Rüzgârın, fırtınanın kıyılarına
savurduğu rıhtımında, kendi derin dehlizlerindeki kavganın içsel boğuşmasından
sıyrılıp bir randevu gibi yerini almıştı yürekler. Can çekişerek, inleyerek, ah
ederek kimileri... Dertlerini Marmara’nın dalgalarına savurmak üzere... Kederli
duruşlar, hareketsiz vücutlar ve dalgın bakışlarla kâh dinleyip kâh konuşur
gibilerdi Tanrılarıyla…
Marmara’yla.
Her birinin acısı diğerinden acı, her
birinin öfkesi diğerinden şiddetli, her birinin çıkmazı diğerinden karanlık…
Akşam çökmek üzereyken Ortaköy’de;
kalabalıklaşan rıhtımın, tende süzülen yaşlara sisli ve puslu yansıyan
ışıkları, hafiften üşütmeye başlayan serinlik, yüzlerce farklı hikâyeyi daha
evine yetiştirme çabasıyla gelip giden vapurların sesi, tütün kokusuyla karışan
buram buram soluğumu delen mavinin kokusu ve yere bırakılan bilmem
kaçıncı mey şişesinin dikkat dağıtan sesi bir fotoğraf karesinin dilsiz
anlatımıydı adeta..
Efkârı yüksek bir akşamüstünün!
Tanrı gibiydi Marmara…
Akşam indikçe kalabalık kentin yalnız
ve rıhtımda yer bulma telaşesine düşen ruhu yorgun insanları… Ağır yüreklerini
de taşıyorlardı bedenlerinde, Tanrılarıyla dertleşip hafifletmek üzere
ruhlarını...
Dindirebilmek üzere acılarını…
Marmara’nın o genze kadar işleyen
keskin iyodunu basmak üzere yaralarına...
Kimilerinin rutin randevusuydu belki,
kimileri ilk kez açacaktı umutsuz yüreklerini, kimileri ise hep o bankta oturup
çözüm bulmadan gitmeyeceklerdi belki de…
İnatla ve sabırla!
Kimileri umutla kimileri kahırla
dönecekti evine.
Solumdaki bankta oturan ortaca
yaşlarda bir adam! Dirseklerini bacakları üstüne diremiş ve belli ki artık
bedeninin taşıyamadığı ağır ve yorgun başını ellerinin arasına hapsedip gözleri
yerde bir noktaya odaklı halde. Oradaki varoluş anımdan beri kıpırdamadan
öylece duruyor uzun süredir. Anlatır gibi Tanrısına, dinler gibi Tanrısını
derin bir sükûnetle…
Yorgun, bitkin, kederli ve çaresiz...
Darmadağınık kahverengi ceketi sarkıyor dizlerinden, gri kazağı ceketinin
kolundan parmaklarına eldiven misali yetişiyor, yün iplikler artık zamana
direnemediğini belli ediyor sahibi gibi. Yılgınlık, her neresine baksan
gösteriyor kendini bu bedende… Doluyor gözlerim efkâr-ı haline...
Tenimde süzülerek dudaklarıma inen
tuzun tadını içime akıtırken bir sigara eşlik ediyor şimdi ruhumun dikkat
kesildiği bu hayata… Neyle boğuşuyor kim bilir, nasıl bir ışık arıyor içindeki
karanlığa? Ne derin ve ağır bir hikâyedir bu kim bilir? Dünyanın en büyük
acısını içinde yaşayan, adeta kimselerin görmediğini sandığı can çekişen
halet-i ruhiyesi içinde kentin bir köşesinde, kendi varlığıyla bir başına!
Ağır çekim bir filmde gibi uzuvlarım;
usulca başımı önüme çeviriyor, göz açıp kapayan nemli kirpiklerimin tavırlı bir
edası var şimdi… Göz bebeklerim; vapurların, akşamın rengine karışan sarı
efsunlu ışıklarına temas ediyor, sirenin sesi kulaklarımda çınlıyor hazin bir
sesle…
Dalıyorum maviye, en derinlere…
Ağırlaştım çokça…
Tanrı da ağırlaşmaya başladı sanki!
Bunca insanın kederi, derdi, acısı
öfkelendirmeye başladı O’nu. Bunca mutsuzluk bunca gözyaşı, içerilere akan… Genciyle
yaşlısıyla, kendi kalabalıklarından kaçıp her ne olursa olsun yine de
kalabalığın içinde nefes alma arzusuyla varlığını bu rıhtıma sürüklemiş insanlar...
İnsanlar, insanlar, insanlar…
Aman dileyip ona gelen bunca canın
umutsuzluğu hırçınlaşmaya başlayan dalgalarla öfke patlamasını yaşatıyordu
Tanrı’ya adeta. Marmara köpürüyor, Marmara bağırıyor kükrüyordu yok olan yaşama
sevinçlerine, yitirilmiş umutlara, heyecanlara, heveslere. Her bir dalga
birinin yakarışına bir cevap gibiydi, öfkeli! Martıların acı çığlıkları
yankılanıyordu kulaklarımda, bu öfkenin korkusundan… Telaşlı bir yükselişe
geçen kanat çırpınışları karışıyordu dalgaların gürültüsüne… Boğazda kopan
kıyameti yaşıyordu farkında olan her nefes!
Birer birer vuruyordu kıyıya her bir
martı kendini kurtarmak istercesine, bu birden bire yükselen öfkeden nasibini
almadan.
Her gün biriktiriyordu aslında Tanrı
kendini, her gün aynı sahne, her gün aynı yakarışları dileyişleri beklemede...
Daima orada olmak üzere! Her gün yeni binlerce hikâyenin doldurduğu Marmara’nın
kıyısı, her gün yeni bir efkârın sancısını sahnelemek üzere dolup taşıyordu…
Bir rutindi bu!
Yaşamı ikiye bölen rıhtımın bir tarafı,
coşkulu grupların yer aldığı balık lokantalarında anasonla şenlenen masalarla
doluyken; diğer tarafı yemeden, içmeden, neşeden, keyiften uzak; bir umut
tebessüme hasret canları ağırlıyordu. Marmara serenat gibi gelirken kimilerine,
kimilerinin iç sesiydi her bir çırpınışta her bir köpürmede. O ki; hani seni de
alıp götüreceğini, sularına karıştıracağını sandığın o en şiddetli en ürkütücü
en büyük dalgada kalp atışlarının bile sesini ayırt edebildiğin bir ürperme
yerleşiveriyor ya içine!... Kıyıya çarpan her dalganın yüzüne sıçrayarak
hissettiğin her damlası, şefkatiydi sanki tenini okşayan;etini yalayıp geçen o rüzgâr
üşütüp içini titretirken dokunuyordu sanki Tanrı ruhuna…
Beklenen cevap buydu belki;
"Sabret!" dercesine,
Dayan!
Hayatlar, hikâyeler içinde
kaybolurken neden orada olduğumu unuttuğum anın içindeyim… Bir an gözlerimi
kapatıp derin derin soluyorum gerçeğin kıyısını. Çektikçe çoğalıyor ruhum,
çektikçe ne gidebiliyor ne kalabiliyorum’un düşüncesiyle savaşıyorum göz
kapaklarım ardında, beynimin arka sokaklarında...
Ve bir sigara daha yakıyorum...
Dumanı sislendirirken gözlerimdeki
İstanbul’u, kasılarak titreyen parmaklarımdaki soğuk, solumda oturan gri yün
ipliğindeki hayatın acısı gibi boğazımdaki nikotinin tadı!
Çektikçe yakıyor!…
Ağır ağır indi lacivert gece
Ortaköy’e…
Bir başına umut arayan hayatları,
yüreklerinde listeledikleri
alt satırı boş,
cevap bekleyen sorularıyla baş başa
bırakıp
çaresiz,
yol almak lazım gelir usuldan…
Cebimde deste deste hayatlarla…
Özlem Bayır
Mart 2012 Ortaköy-İstanbul
Fotoğraf: Teşekkürler,Olcay Erçağ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder