27 Aralık 2012 Perşembe

Mevlana C.Rumi: Şems’e Yakarış; Gel! (1.Mektup)



Seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı…
Aşk mabedim… Efendim… Söyler misin? Nedir bu çektiğim acıların manası? Bu ayrılığın esrarengizliği yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse yeterince erimedim mi ateş toplarında? Öyle yandım ki;
Sen yandıkça, ben yanayım!
Sen dondukça, ben de donayım!
Yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini… özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda… İçime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli… Göklere seninle buruç edecektim hâlbuki… Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden… serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. Sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi… Salâlar benim için okunuyor artık… Gözyaşım seccademde buğulanıyor her seher vakti, ama ne sesin geliyor artık uzaklardan, ne de nefesin…Ezanlar okunur günbegün ve içli içli… Ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı… alnımda sanki Dağıstanlı atlılar… Ve ellerim titriyor zaman zaman… Bu divaneliğin ağır tütsüsünü… Ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe… Unutma, şah eserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum… Ama sen hâlâ bana dönmüyorsun!.. Muradım; Rabbü’l Âlemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin…
Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz… Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana… Keşke yanımda olsaydın… Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam… Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin… Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin… Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi yine kanat vurarak yine revan olurum yollarına…
Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan… Sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı… Nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma… Ve ben gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum… Alnımda boncuk boncuk soğuk terler… Kulağım işitmez oldu artık, sesinden gayri her ne var ise şu âlemde… Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye… Artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek…
Kanım donuyor… Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız… Sıcağın yok ki yanımda… Ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! O ayrılıktan kahroluyorum… Biliyorsun, hünkârım sensin… Sevgilim ve mabedim… (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin…
Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. Çöldeyim, susuzum. Kuyularda Yusuf’um. Sözlerin bana Züleyhâ. Ateşlerde İbrahim’im. Gözlerin ban derya. Sancılar içinde Meryem’im. Bakışın ban İsa. Yaralar içinde Eyyub’um. Hasretin bana şifa. Ölüler içinde bir ölüyüm. Ellerin bana musalla.
Ey kalbimizde olan nur! Gel didinmelerimin ve arzumun sonu gel. Hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun. Hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk! Ey maşuk! Engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman! Lütfedip de bizi aramak üzere gel.
Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat etmedeler; miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç. Cömert olanların âdeti de böyledir gel. Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.
Gittin ya. Kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende. Sessizlik bende. Gittin. Heyhat! Pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde.
Her yalnız aşık değildir; ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil ateşsizliğinden yanmışım diyorum. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü…


Mevlana Celaleddin Rumi
Sinan Yağmur / Aşkın Gözyaşları – Karatay Akademi

Mevlana C.Rumi: Şems’e Yakarış; Gel! (2.Mektup)



Ey dünyanın zarifi! Selam senin üzerine olsun. Benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. Kulun derdinin dermanı nedir, söyle. Bu, eğer alırsam senin dudaklarından aldığım öpücüktür. Eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. Madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya niçin “buyur”la doldu?
Ah ah! Gönlüm çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! Sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. Kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan incileri yere inen hüzünlerim. Aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. Bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. Dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. Gecelerin hâkimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. Tozunu yıkamaya erişemediğim, pasını silemediğim. Karanlığım, Güneş’im. Gönlüm, aziz dostum! Nerelerdesin, ya dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize… Kim gücendirdi senin o nazende yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey Şems. Varım yoğum sensin. Sen de yoksan ben bir hiçim bilmez misin? Kavline mestân olan Mevlâna’ya ayrılığı hediye etme. Etme Şems.

Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!
Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı 
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme!
Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru 
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme!
Ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için 
Bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!
Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi 
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!
Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan 
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!
Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan 
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!
Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer 
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!
Ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi 
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!
Şekerliğinin içinde zehir, zarar vermez bize 
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme!
Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle 
Huzurumu bozuyorsun, sen mavediyorsun, etme!
Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı 
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!
İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil 
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!

Senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. Kitaplardan utanıyorum. Sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.
Karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı… karanlıklardayım… Zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. Yıldızım benim ve uzaklardasınız.
Ey Şems, sen kalbî bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. Çöldeki çakallar su içmiş. Kaynağa ne?
Seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. Damarlarımda akan kan, sendin. Göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. Damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. Seni teneffüs ediyordum. Hicran kanatları beni gökten yere indirdi. Oysa seninle kanat çırpıyorduk.
Sensiz her geceyi hummalı yaşadım. Belki humma daha güzeldi. Ne beklisi? Ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? Aşka teşekkür borçluyum. Ben o hummanın içinde erimek istiyorum. O alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. Kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.
Ben senim, sen de bensin. Aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. Cennete Araf’tan girilir. Mecdelli Meryem, İsa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. Gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey Sertaçım…
Ey Şems’im! Senin hasretin yanında Selahaddin Zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. İlla sen. Ancak sen. Ah bir gelsen…
Meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. Sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. Çatlarcasına ağlasam. Gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. Yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. Yine de gelmez misin Şems’im!
Bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. Kah kalkıyor, kah düşüyorum. Ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. Bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.
Ey Şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. Hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. Sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. Gel ey Şems. Sina’da bayılan Musa aşkına, Kudüs’te kan ağlayan İsa hatrına, Medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden Muhammed Muhtar nuru çin gel Şems. Konya artık aşk kokmuyor Şems.
“Senin Mevlâna’n”


Mevlana Celaleddin Rumi
Sinan Yağmur / Aşkın Gözyaşları – Karatay Akademi


Mevlana C.Rumi: Şems’e Yakarış; Gel! (3.Mektup)


Güller Şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim. Ayrılığı ağlatamayan gecenin karanlığını neyleyeyim… Şemssiz sofranın balını böreğini neyleyeyim. Beni kavurmayan acıyı neyleyeyim… Gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim. Karanlığıma Şems olamayan yâri neyleyeyim, canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim. Şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. Yârenin yüreğine merhem olmayan sözü neyleyeyim. Kır kalemimi ey felek! Şems yoksa ne diye devran edersin âlemde. Zerrede âlemi, âlemde aşkı yaşamayan Âdem’i neyleyim.

Sensizliğe alışmak… Her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. Ne tuhaf ki dün seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki Mevlâna’yı teselli için dil döküyorlardı. Her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. Parmaklarım alev alev yanıyor. Kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye çekiniyorum. Cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.

Kırk senedir beklediğimdin. Geç bulduğumdun. Şimdi yoksun. Daha kaç sene bekleyeceğim. Çöldeki kumlar kadar susuzum. Gelişin nisan yağmuru olsun. Hani dergahımızın havlusuna bakırdan koskoca bir taş koymuştun. Nisan yağmurları dolsun da orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. Gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın hâlâ?Sözlerin kulaklarında hâlâ taze. Kelimeler yıldız yıldız. Cümlelerin mehtapların en şahanesi. Tebessümün geliyor gözümün önüne. Vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. Biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.

Gel Şems, ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini üfleyerek gel.

Nasıl bir pınarsın sen Şems? İçtikçe susadığım. Nasıl bir ateşsin sen ey Şems? Yandıkça serinlediğim. Sen görünüşte etten kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.

Senin yüzünü görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar?Güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki herkese sormuşum, kim anlatacak? Sana kavuşmadıktan sonra tut ki cennette ebedîyim, hurilerle eşim, devlet yâr olmuş bana, ne çıkar bunlardan?Ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler yağdırmış, ne kârım olur bundan?

Şu aşağılık büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?Senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?

Aşk suskunluğumdu benim! Aşk yangınımdı benim! Aşk vurgunumdu benim! Aşk yazımdı benim! Aşk yasağımdı benim! Aşk itirafımdı benim! Aşk heyecanımdı benim! Tek varlığım ve tek yokluğum… Yaram ve merhemim… Kazanmadığım; ama hep kaybettiğim. Evet, buydu aşk! Özledim, ey Şems özledim. Çık gel Allah aşkına!

Aşkın insanı büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. Bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. Sadece gönülden sevenin bu acıyla kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini… Şükürler olsun “Sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. Hiç kimse için yapamayacaklarımı yaptım. Pişman mıyım? Hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma saklarken bile mutluyum. Hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. Seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim…



 Mevlana Celaleddin Rumi
Sinan Yağmur / Aşkın Gözyaşları – Karatay Akademi

Şems-i Tebrizi


Sus gönlüm. Çok dile getirme. Sen dile getirdikçe gönlün daha da coşuyor, daha meraklanıyor ve beklemek daha da zorlaşıyor.

Sus gönlüm. Çok laf etme. Az söyle ki işimiz olgunlaşsın. Az söyle ki Hakka karşı yanlış kelam çıkmasın.

Sus gönlüm. Bir elif miktarı sus. Az kaldı bahara. Dayan gönlüm. Denizin içinde meydana gelen... Görünmeyen dalgalar gibi yüreğin biliyorum. Beklemekten başka çare olsaydı, seni durdurmazdım... İnan bana... Ama yok. Başka çare yok. Unutma ki ilaç bile beklemeden tesir etmez, çiçek bile vakti gelmeden önce açmaz...

Sus gönlüm. Bu kışın bahara dönünceye kadar. Bu gece gündüz oluncaya kadar. Uzak yollar yakınlaşıncaya kadar. Bu sıkıntının ardından ferahlık gelinceye kadar. Ve yüzümüz vuslat gözyaşlarıyla ıslanıncaya kadar sus...

Sus gönlüm. Seni senden daha iyi bilen Rabbinin hükmü vuk'u buluncaya kadar. Senin nasibin sana ulaşıncaya kadar, ulaşmayanlarınsa senin nasibin olmadığını anlayana kadar sus...

Sus gönlüm. Onun geleceğini görünceye kadar. Acının bala dönüştüğünü farkedinceye kadar. Onun gönlünün senin gönlüne muhabbet düğümüyle bağlandığını görünceye kadar.

Sus gönlüm. Sebepler var edilinceye kadar. Bahaneler oluşuncaya, birbirimizin nasibi oluncaya kadar sus.

Sus gönlüm. Bütün bu susmalarına karşılık her şeyin hayırlısının olacağına inanarak sus.

Sus gönlüm. Her susuşun bir cevap olsun. Her susuşun, sabrın olsun. Her susuşun,duan olsun. İçten yakarışının adı olsun, susuşun. Bekleyişinin, umut edişinin, inancının, sevdiğinin vurgusu olsun, susuşun...



24 Aralık 2012 Pazartesi

Bazen

Bir yaprak olur
değersin denizin ortasına
temas edersin mavisine
sırt üstü..
ılıman bir iklim olur ruhun,
halka halka büyürsün
yüzeyinde..
Gökkubbeye kucak açarcasına
büyür de büyürsün..
ardın mavi
önün mavi.
Özgürlüğü hissedersin varlığında..
gözlerini kapatıp
dalarsın,
rüyanın
en derin huzuruna
dalarsın,
Sonsuzluğa…


Özlem Bayır
İstanbul 2012

Bazen de






http://www.youtube.com/watch?v=JVuUwvUUPro

Bazen de 

sadece bir “an”dır düşümüzde,

saniyeler,
saliseler aralığında
yaşadığımız
sonsuz bir film gibi,
bitmeyecek gibi
usumuzda..

beynimizin
arka odalarında...

 


Özlem Bayır
İstanbul 2012

2 Kasım 2012 Cuma

Ve Tanrı Gibiydi Marmara...



Rüzgârın, fırtınanın kıyılarına savurduğu rıhtımında, kendi derin dehlizlerindeki kavganın içsel boğuşmasından sıyrılıp bir randevu gibi yerini almıştı yürekler. Can çekişerek, inleyerek, ah ederek kimileri... Dertlerini Marmara’nın dalgalarına savurmak üzere... Kederli duruşlar, hareketsiz vücutlar ve dalgın bakışlarla kâh dinleyip kâh konuşur gibilerdi Tanrılarıyla…
Marmara’yla.
Her birinin acısı diğerinden acı, her birinin öfkesi diğerinden şiddetli, her birinin çıkmazı diğerinden karanlık…

Akşam çökmek üzereyken Ortaköy’de; kalabalıklaşan rıhtımın, tende süzülen yaşlara sisli ve puslu yansıyan ışıkları, hafiften üşütmeye başlayan serinlik, yüzlerce farklı hikâyeyi daha evine yetiştirme çabasıyla gelip giden vapurların sesi, tütün kokusuyla karışan buram buram soluğumu delen mavinin kokusu ve  yere bırakılan bilmem kaçıncı mey şişesinin dikkat dağıtan sesi bir fotoğraf karesinin dilsiz anlatımıydı adeta..
Efkârı yüksek bir akşamüstünün!

Tanrı gibiydi Marmara…

Akşam indikçe kalabalık kentin yalnız ve rıhtımda yer bulma telaşesine düşen ruhu yorgun insanları… Ağır yüreklerini de taşıyorlardı bedenlerinde, Tanrılarıyla dertleşip hafifletmek üzere ruhlarını...
Dindirebilmek üzere acılarını…
Marmara’nın o genze kadar işleyen keskin iyodunu basmak üzere yaralarına...
Kimilerinin rutin randevusuydu belki, kimileri ilk kez açacaktı umutsuz yüreklerini, kimileri ise hep o bankta oturup çözüm bulmadan gitmeyeceklerdi belki de…
İnatla ve sabırla!
Kimileri umutla kimileri kahırla dönecekti evine.

Solumdaki bankta oturan ortaca yaşlarda bir adam! Dirseklerini bacakları üstüne diremiş ve belli ki artık bedeninin taşıyamadığı ağır ve yorgun başını ellerinin arasına hapsedip gözleri yerde bir noktaya odaklı halde. Oradaki varoluş anımdan beri kıpırdamadan öylece duruyor uzun süredir. Anlatır gibi Tanrısına, dinler gibi Tanrısını derin bir sükûnetle…
Yorgun, bitkin, kederli ve çaresiz... Darmadağınık kahverengi ceketi sarkıyor dizlerinden, gri kazağı ceketinin kolundan parmaklarına eldiven misali yetişiyor, yün iplikler artık zamana direnemediğini belli ediyor sahibi gibi. Yılgınlık, her neresine baksan gösteriyor kendini bu bedende… Doluyor gözlerim efkâr-ı haline...

Tenimde süzülerek dudaklarıma inen tuzun tadını içime akıtırken bir sigara eşlik ediyor  şimdi ruhumun dikkat kesildiği bu hayata… Neyle boğuşuyor kim bilir, nasıl bir ışık arıyor içindeki karanlığa? Ne derin ve ağır bir hikâyedir bu kim bilir? Dünyanın en büyük acısını içinde yaşayan, adeta kimselerin görmediğini sandığı can çekişen halet-i ruhiyesi içinde kentin bir köşesinde, kendi varlığıyla bir başına!

Ağır çekim bir filmde gibi uzuvlarım; usulca başımı önüme çeviriyor, göz açıp kapayan nemli kirpiklerimin tavırlı bir edası var şimdi… Göz bebeklerim; vapurların, akşamın rengine karışan sarı efsunlu ışıklarına temas ediyor, sirenin sesi kulaklarımda çınlıyor hazin bir sesle…
Dalıyorum maviye, en derinlere…
Ağırlaştım çokça…

Tanrı da ağırlaşmaya başladı sanki!
Bunca insanın kederi, derdi, acısı öfkelendirmeye başladı O’nu. Bunca mutsuzluk bunca gözyaşı, içerilere akan… Genciyle yaşlısıyla, kendi kalabalıklarından kaçıp her ne olursa olsun yine de kalabalığın içinde nefes alma arzusuyla varlığını bu rıhtıma sürüklemiş insanlar...
İnsanlar, insanlar, insanlar…
Aman dileyip ona gelen bunca canın umutsuzluğu hırçınlaşmaya başlayan dalgalarla öfke patlamasını yaşatıyordu Tanrı’ya adeta. Marmara köpürüyor, Marmara bağırıyor kükrüyordu yok olan yaşama sevinçlerine, yitirilmiş umutlara, heyecanlara, heveslere. Her bir dalga birinin yakarışına bir cevap gibiydi, öfkeli! Martıların acı çığlıkları yankılanıyordu kulaklarımda, bu öfkenin korkusundan… Telaşlı bir yükselişe geçen kanat çırpınışları karışıyordu dalgaların gürültüsüne… Boğazda kopan kıyameti yaşıyordu farkında olan her nefes!
Birer birer vuruyordu kıyıya her bir martı kendini kurtarmak istercesine, bu birden bire yükselen öfkeden nasibini almadan.

Her gün biriktiriyordu aslında Tanrı kendini, her gün aynı sahne, her gün aynı yakarışları dileyişleri beklemede... Daima orada olmak üzere! Her gün yeni binlerce hikâyenin doldurduğu Marmara’nın kıyısı, her gün yeni bir efkârın sancısını sahnelemek üzere dolup taşıyordu…
Bir rutindi bu!

Yaşamı ikiye bölen rıhtımın bir tarafı, coşkulu grupların yer aldığı balık lokantalarında anasonla şenlenen masalarla doluyken; diğer tarafı yemeden, içmeden, neşeden, keyiften uzak; bir umut tebessüme hasret canları ağırlıyordu. Marmara serenat gibi gelirken kimilerine, kimilerinin iç sesiydi her bir çırpınışta her bir köpürmede. O ki; hani seni de alıp götüreceğini, sularına karıştıracağını sandığın o en şiddetli en ürkütücü en büyük dalgada kalp atışlarının bile sesini ayırt edebildiğin bir ürperme yerleşiveriyor ya içine!... Kıyıya çarpan her dalganın yüzüne sıçrayarak hissettiğin her damlası, şefkatiydi sanki tenini okşayan;etini yalayıp geçen o rüzgâr üşütüp içini titretirken dokunuyordu sanki Tanrı ruhuna…
Beklenen cevap buydu belki;
"Sabret!" dercesine,
Dayan!

Hayatlar, hikâyeler içinde kaybolurken neden orada olduğumu unuttuğum anın içindeyim… Bir an gözlerimi kapatıp derin derin soluyorum gerçeğin kıyısını. Çektikçe çoğalıyor ruhum, çektikçe ne gidebiliyor ne kalabiliyorum’un düşüncesiyle savaşıyorum göz kapaklarım ardında, beynimin arka sokaklarında...

Ve bir sigara daha yakıyorum...
Dumanı sislendirirken gözlerimdeki İstanbul’u, kasılarak titreyen parmaklarımdaki soğuk, solumda oturan gri yün ipliğindeki hayatın acısı gibi boğazımdaki nikotinin tadı!
Çektikçe yakıyor!…


Ağır ağır indi lacivert gece Ortaköy’e…
Bir başına umut arayan hayatları,
yüreklerinde listeledikleri
alt satırı boş,
cevap bekleyen sorularıyla baş başa bırakıp
çaresiz,
yol almak lazım gelir usuldan…
Cebimde deste deste hayatlarla…



Özlem Bayır

Mart 2012 Ortaköy-İstanbul




Fotoğraf: Teşekkürler,Olcay Erçağ

31 Ekim 2012 Çarşamba

Yaşam kadar gerçek Yaşamak gibi sahte..




Nisan yağmurlarında bir balık,
denizin yüzeyine çıkmaya çabalarmış.
aslında o balık değil istiridyeymiş.
o saf sudan bir yudum alabilmekmiş tek derdi.
o tatlı sudan bir yudum..
ve başarırmış her defasında..
her nisan yağmurunda yüzeye çıkıp
bir yudum alıp
derinliklere gömermiş kendini..
indiğinde derine,
bir adet kum tanesini de içine alıp
kapatırmış kendini...
bir yudum tatlı su,
bir kum tanesi,
ve
kendi içindeki salgısı..
işte ihtiyacı olan
sadece bu üç şeymiş
bu nedenle beklermiş nisan yağmurunu
ve
bi süre sonra
sabırla,emekle ve üstün bir mücadeleyle
olgunlaşmasını bekleyerek
elde ettigi bu üç şey,
içinde sakladığı bir hazineye dönüşürmüş
İnci......

fakat,
aynı yağmurları
bir başkası daha beklermiş
yılan..
o yılan da
bulunduğu yerden başını çıkarıp
o tatlı sudan bir yudum alma çabasına düşermiş
neden mi?

çünkü onun da en etkili zehirinin kaynağı olurmuş
o bir damla tatlı su..


İşte aslolan fotoğraf ta budur içinde bulunduğumuz..Yaşam kadar gerçek yaşamak gibi sahte...

Özlem BAYIR