29 Mayıs 2016 Pazar

Tesadüf Diye Birşey Yoktur!


Hiçbir karşılaşma tesadüf değildir. Hiçbir hissediş, düşünüş, bakış, algılayış, seziş de öyle. Hatta bunların tersi de tesadüf değil. Alışveriş yaptığımız market, yemek yediğimiz lokanta, su içtiğimiz çeşme, yürüdüğümüz kaldırım ve orada yanlarından birer yabancı olarak geçip gittiğimiz insanlar. Tesadüf gibi görünen karşılaşmalar, yolu sorduğumuz herhangi biri, hafifçe çarptığımız insan.
Bize gülümseyen küçük bir çocuk önümüzden aniden uçuveren kuş…Gün boyu yaşadığımız en basit olay bile herhangi bir zihinsel, fiziksel, ruhsal yada duygusal bir olayın tetikleyicisi olur. Küçük ya da büyük…
Bazen hiç hesapta olmayan durumların içine çekiliveririz. Hayal bile etmediğimiz olayları yaşarken buluruz kendimizi. Bir martı çığlığı,bir satıcı bağırışı, alır götürür bizi yıllarca ya da yollarca uzaklara… Hem öğretmen hem de öğrenciyizdir her ilişkinin içinde. Doğduğumuz aile, gittiğimiz okullar, sıra arkadaşımız, sevgilimiz , eşimiz, çocuğumuz vs.
Her ilişki, farklı bir yönümüzün aynasıdır. Ve bizler de onlar için birer aynayız.
Farkındalığımız yükseldikçe, durumları ve ilişkileri yaşarken, kendimizi ve yaşanılanları gözlemlemeye başlarız. Ve eğer yaşadıklarımıza yüksek idrakle bakabilmeyi başarırsak, o ilişki ya da durumu ne için yaşadığımızı kavrarız. Düğmelerimize en fazla basan insanlar, en iyi öğretmenlerimizdir. O ilişkide kurban olmadığımızı anlar, ilişkinin bize neyi öğretmeye çalıştığını kavrarsak, dersimizi alır ve yolumuza devam ederiz. Eğer bunu yapamazsak, o ilişkide ya da durum içinde tutsak olur, ya daha ağır durumlar yaşar ya da daha travmatik durumları (o dersi alıncaya, eksik yönümüzü tamamlayıncaya, kendimizi düzeltinceye kadar) tekrar takrar yaşamaya devam ederiz.
Bazen bazı insanların hayatına yalnızca katalizör olarak gireriz. Onların hayatlarında değiştirmesi gereken durumun düğmesine basar ve sessizce çekiliriz. Ve yüksek farkındalık içinde kalırsak, yaşanılan durumdan etkilenmeden, arkamıza bakmadan yolumuza devam ederiz.
Özet olarak, en büyük düşmanımız en iyi dostumuzdur aslında. Çünkü bizde en büyük değişime neden olur genellikle. Ve her karşılaşma kutsaldır. Karşımızdaki insanın tanrısallığını kabul edip o şekilde yaklaşırsak, nefreti, öfkeyi, suçluluk duygusunu, o insana karşı sorumlu olduğumuz ve o ilişkiye mahkum olduğumuz duygusunu ve kini söküp atarız varlığımızdan.
Yaşadığımız her durum, tanıştığımız her insan öğretmenimizdir. Ne kadar kısa sürede öğrenirsek öğrenmemiz gerekenleri, karmamızı çözüp, iç huzuruna,mutluluğa,ideal ilişkimize ve ruhsal bütünlüğe ulaşırız…

Academy of Spiritual Life

27 Mayıs 2016 Cuma

“Kendi ölümümüzü ölmek hepimizin kaderi.” Oliver Sacks

Benim Hayatım: Oliver Sacks’ten Ölümcül Kanser Teşhisi Üzerine 

Olive Sacks çok sevdiğim bir bilim adamı ve yazar. Onunla geçen sene tanışma fırsatım oldu, harika bir insan, ve bana hayatım boyunca pek çok şey öğretti. Malesef kendisine birkaç hafta önce ileri seviyede tedavi edilemeyen bir kanser teşhisi koyuldu, o da her zamanki gibi bu konuda çok anlamlı, derin, ve düşündüren bir yazı yazdı. Ben de onu sizin için çevirdim.


Bir ay önce sağlıklı olduğumu hissediyordum, hem de dinç ve sağlıklı. 81 yaşımdayım ve hala günde bir mil yüzüyorum. Ama şansım yaver gitmedi—birkaç hafta önce karaciğerimde çok sayıda metastaz olduğunu öğrendim. Dokuz yıl önce gözümde nadir rastlanan bir tümor bulunmuştu, göze ait habis bir tümör. Radyasyon ve lazer tedavisi tümörü tamamen temizledi ve bir gözümü kör bıraktı. Ancak bu tip tümörler çok nadir durumlarda vücuda yayılabiliyor, ve ben de bu şansız yüzde 2’nin içerisindeyim.

İlk teşhisimden bu yana bana sağlıklı ve üretken dokuz yıl bahşedildiği için minettarım, ancak şimdi ölümle yüz yüze geldim. Karaciğerimin üçte birini kaplayan bu kanser, ilerlemesi yavaşlatılabilse de, durdurulamıyor.

Geriye kalan aylarımı sonuna kadar nasıl yaşayacağım bana kalmış. Yaşayabileceğim en zengin, derin, ve üretken biçimde yaşamalıyım. Bu konuda en çok sevdiğim filozoflardan biri olan David Hume’un 1776 yılının Nisan ayında, 65 yaşında iken ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrendiğinde, bir günde yazdığı otobiyografisinde sarfettiği sözler bana cesaret veriyor. Kitabın adı “Benim Kendi Hayatım”.

“Bu hızlı parçalanışım üzerine farkediyorum ki, hastalığım yüzünden çok az acı çektim, ve daha da ilginci, şahsımın bu büyük çöküşüne rağmen, keyfimden bir saniye bile kaybetmedim. Çalışırken hala aynı şevke, sevdiklerimleyken hala aynı neşeye sahibim”.

80 yaşımı geçtiğim için şanslıyım, ve Hume’dan fazla yaşadığım bu 15 yıl hem iş hem de aşk bakımından eşit olarak çok zengindi. Bu süreçte beş kitap yayımladım ve baharda yayınlanacak olan bir otobiyografi bitirdim (Hume’un birkaç sayfasından daha uzun bir kitap oldu); bitirmek üzere olduğum birkaç kitabım daha var.
Hume şöyle devam ediyor: “Ilımlı bir tabiatım var, sinirimi kontrol edebiliyorum, açığım, sosyalim, neşeli bir mizahım var, bağlanabiliyorum, kin tutmam, ve tutkularımda dengeliyim.”
Burada Hume’a katılmıyorum. Sevgi dolu ilişkilerim ve arkadaşlıklarım olmasına ve gerçek anlamda düşmanlarımın olmamasına rağmen, hiç bir zaman ılımlı bir tabiatım olduğumu söyleyemem (beni tanıyan kimse de söyleyemez). Tam tersine, hiddetli bir yaradılışım ve şiddetli heveslerim var, tutkularımda aşırı ölçüsüzüm.

Yine de, Hume’un yazısındaki bir cümle bana özellikle çok doğru geliyor: “Yaşama bulunduğum andan daha az bağlı olmak çok zor”.

Geçtiğimiz birkaç günde hayatıma çok yükseklerden bakabildim, parçalarının arasındaki bağlantıları derinlemesine hissedebildim. Ancak bu hayatımı bitirdiğim anlamına gelmiyor.
Tam tersine, son derece canlı hissediyorum, ve kalan zamanda arkadaşlıklarımı derinleştirmeyi, sevdiklerimle vedalaşmayı, daha çok yazmayı, gücüm olursa seyahat etmeyi, ve yeni düzeylerde anlayışlara ve sezgilere ulaşmak istiyorum, umuyorum.
Bu süreç cesaret, netlik, ve net konuşma içerecek; dünya ile olan hesaplarımı yoluna koymaya çalışcaşağım. Ama eğlenceye de zaman olacak (hatta zevzekliğe bile).

Beklenmedik bir zihin açıklığı ve bakış açısı hissediyorum. Lüzumsuz hiçbir şeye vaktim yok. Kendime odaklanmalıyım, işime ve arkadaşlarıma. Artık akşam haberlerini izlememeliyim. Politikaya veya küresel ısınmaya ilgi göstermemeliyim. 

Bu bir aldırmamazlık değil, bir kopuş—hala Ortadoğu meselelerini, küresel ısınmayı, ve artan eşitsizlikleri derinlemesine önemsiyorum, ama artık bunlar benim işim olmaktan çıktı, geleceğe ait meseleler haline geldi. Yetenekli genç insanlarla tanışınca çok seviniyorum—bana biyopsi yapanlarla ve metastaz teşhisimi koyanlarla bile. Geleceğin emin ellerde olduğunu hissediyorum.

Geçtiğimiz 10 senede yaşıtlarım arasında yaşanan ölümler hakkında giderek bilinçlendim. Benim neslim kapıdan çıkma aşamasında, ve her ölümle sanki benim de bir parçam kopuyor, benden birşey ayrılıyor. Gittiğimizde hiçbir zaman bizim gibi biri daha olmayacak, zaten kimse kimseye benzemez. İnsanlar öldüklerinde yerlerine yenileri konamaz, onlar doldurulamayacak boşluklar bırakırlar. Eşsiz bireyler olmak, kendi yolumuzu bulmak, kendi hayatımızı yaşamak, ve kendi ölümümüzü ölmek hepimizin kaderi—genetik ve sinirsel kaderimiz.

Korkmuyormuşum gibi yapamam. Ama baskın olan hissim minnettarlık. Sevdim ve sevildim; çok şey verildim ve karşılığında çok şey verdim; okudum ve gezdim ve düşündüm ve yazdım. Dünya ile bir ilişkim oldu, yazarların ve okurların sahip olduğu çok özel bir ilişki.

Herşeyden de önemlisi, duygulu bir varlık, bu güzel dünya üzerinde düşünen bir hayvan oldum, ve bu bile benim için muazzam bir ayrıcalık ve maceraydı.
——–
Oliver sacks, New York Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde nöroloji profesörü ve “Karısını Şapka Sanan Adam” da dahil olmak üzere pek çok kitabın yazarıdır.

http://www.nytimes.com/2015/02/19/opinion/oliver-sacks-on-learning-he-has-terminal-cancer.html#sthash.qEzmMvzw.dpuf

Nazlı Şenyuva

24 Mayıs 2016 Salı

Hiç Düşündünüz mü?


Mutlaka İzleyin!
Sadece beyninizin değil tüm hücrelerinizin aydınlanacağı eşsiz bir oturum!
İnanılmaz!
Pek çok kitapta bulamayacağınız bilgileri inanılmaz boyutlarıyla öğrenebileceğiniz,yenileneceğiniz,bakış açınızı ve düşünce sistemlerinizi yeniden inşa edeceğiniz,uyanacağınız ve öğrenmek adına, kendinizi daha çok geliştirmek adına artık uyumak istemeyeceğiniz olağanüstü,insanüstü bir farkındalık yaratan uyanış hareketi bu!
Felesefeyi sevmeyen ya da felsefeden uzak olan kişiler eminim bundan sonra felsefeye daha çok sarılacak!
Sorgulayan,Düşünen,Araştıran,Uygulayan ve Yaşayan Genç Bilge 
Anooshirvan Miandji





18 Mayıs 2016 Çarşamba

İnsan-ı Kâmil Mertebesi


İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kâmil olarak adlandırılırlar.

İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Kur’an-ı Kerîm’in insanla ilgili birkaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)
Bu ayetlerde insanın ilahi, sermedi, lahuti ve batınî bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir.
Hallâc-ı Mansûr, “Allah Adem’i kendi sûretinde yarattı” hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini kuşatan suret vücuda getirmiştir. Hallâc’ın bu anlayışı daha sonra İbn Arabî’nin insan-ı kâmil düşüncesine zemin hazırlamıştır. İbn Arabî’ye göre insan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kâmil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kâmil olarak adlandırılırlar.
Ruhani, cismânî, aklî, duyulur (hissi) ve hayali tüm âlemler insan-ı kâmilde dürülmüştür. Bu âlemlerin unsurlarını kendisinde barındırmaktadır. Zira insan suret yönünden küçük âlem (mikrokozmoz) olmakla beraber, mana yönünden büyük âlemdir (makrokozmoz). Nitekim Hz. Ali bu hususta şöyle demiştir: “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki âlem-i ekber sensin ve o sende gizlidir.”
Mesela on sekiz bin âlemin bir havan içinde dövüldüğü, macun yapıldığı ve bu macundan bir şey oluşturulduğu farz edilse bu oluşturulan şey insan-ı kâmil olurdu. İnsan-ı kâmil on sekiz bin âlemi on sekiz bin gözle seyreder. Her bir âleme girer ve girdiği âlemi o âleme uygun bir gözle seyreder. Hissedilirler âlemini duyu gözüyle, akledilirler âlemini akıl gözüyle, manaları yani ruhlar âlemini kalb gözüyle seyreder. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.
Mertebeler ve âlemler birbirinin aynasıdırlar. Lâhutun aynası ceberût, ceberûtun aynası melekût, melekûtun aynası mülktür. Bütün bu âlemlerin aynası ise insan-ı kâmildir. Çünkü insan-ı kâmil Allah’ın halifesidir ve Allah’ı gösteren aynadır. İnsan-ı kâmil hem ilahi hem de âleme ait bir aynadır. Yani insan-ı kâmil kendisinde bütün varlık mertebelerini toplamıştır. Bundan dolayı insan-ı kâmilin varlığı hem Hakk’a hem de halka ayna vazifesi görür.
Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled hazretleri buyurur:
“İnsan bedeni Hakk’ın dükkanıdır. İçinde Rahman’ın sıfatları vardır. Az olsa bile bu sıfatlar aydınlatıcıdır. Bu azdan çoğa doğru seyret!”
Hakk her insanın varlığına hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam vb. gibi sonsuz sıfatlarından bir miktar koymuştur. Böylelikle insana azdan çoğu istidlâl edebilme yeteneği vermiştir.
Arifin kendi hakikatini tanıması demek insan-ı kâmil olmak demektir. İnsan-ı kâmil, ilahi tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufi muhitlerde: “Kendini bilen Rabb’ini bilir” hadisi yaygınlık kazanmıştır.
Salik, insan-ı kâmil mertebesine ulaşınca mutlak olan Hakk’a ayna olur. Kendisine ne yönden tecelli gelirse o tecelliyi tahsis etmeksizin ve kayıtsız yani gelen tecelliyi hiçbir şeyle sınırlanmamış bir biçimde kabul eder.
İşitmesi, Allah’ın işitmesi…
Görmesi, Allah’ın görmesi…
Konuşması, Allah’ın konuşması…
Hayatı, Allah’ın hayatı…
İlmi, Allah’ın ilmi…
İradesi, Allah’ın iradesi…
Kudreti, Allah’ın kudreti…
Evet…Görür ve anlar ki kendinde bulunan bütün bu duygular, asaleten yüce Allah’ındır. Yine bilir ki kendindeki o duyguların cümlesi; bir mecaz, bir ariyet, emanet olarak kendinde. Hem hakikat yönünde hem de mülk olarak ne varsa hepsi Allah’ın.
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a) Hiçbir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O’nun niteliklerini elde edemez.
b) Hakikat-ı Muhammediye dahil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır.
c) Abd ve mabud ayırımı yapılarak kişinin hiçbir seviyede ilahlaşma iddiasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.

İnsan-ı kâmil olmayı istemekle insan-ı kâmil olunmaz. Sufilerin anlayışına göre her insan, insan-ı kâmil olabilmek için bazı kabiliyetler taşır. Hakk Teâlâ herkese bu kabiliyeti vermiştir. Bu kabiliyetlerini tasavvuf terbiye usullerine göre geliştirenler, o makama adaydır. Ancak kusur kişinin kendindedir ki, istidâdını ziyan eder. Kendini bir kâmil mürşide teslim edip ve onun ahlakıyla ahlaklanıp sen de bir insan ol.
Hakk Teâlâ hepimize bu mertebeye erişmeyi ihsan eylesin.
Not: Bu bir derleme yazısıdır…
Kaynak:
İbn Arabî, Özün Özü, Trc. İsmail Hakkı Bursevi
İsmail Rusuhi Ankaravi, Mesnevi’nin Sırrı
Abdülkerim el-Cîlî, İnsan-ı Kâmil
Altınoluk Dergisi, Temmuz/1996

Hiç bitmeyen yol: Ruha Yolculuk


Yol seni çağırıyor! Ne kadar uzağa gidersen şu anki hayatından, o kadar ulaşabilirsin iç dünyana. Yol aldıkça, aktıkça zaman, kendini bıraktıkça bir yaprak misali hareketsiz suya, o kadar görebilirsin içindeki seni…

Yola çıkma zamanıdır şimdi. Gideceğin yol ruhuna, gerçekliğine yapacağın yolculuktur. Keşfetmek başka diyarları, başka iklimleri ve insanları; kendinden parçalar bulmak ve o parçalarla kendini tamamlamak demektir.
Yola çıktığında göreceksin yalnız olmadığını, herkesin de sen gibi yol aldığını; aynı ama bir o kadar da farklı olan parçalarını tamamlamaya çalıştıklarını…
Yoldayken hiçbir şeyin tesadüften ibaret olmadığını fark edeceksin. Karşılaştığın her şeyin ilahi bir güce hizmet ettiğini, sen yolda iken görünen herkesin karşılaştığın her olayın belli bir amaç uğruna karşına çıktığını anlayacaksın. İşaretleri izlemeyi öğrenecek, başına gelenlerden dersler çıkarmaya başlayacaksın.
Seninle birlikte o yolda yürüyen diğerleri olacak. O diğerleri, senin yol arkadaşlarına dönüşecek; senin kendinde birleştirmen gerekenleri bulabilmen konusunda sana yardımcı olacaklar. Sonra zaman gelecek seni terk edecekler. Sessizce geldikleri gibi daha da sessizce gidecekler. Tam da sen alışmışken, güvende hissetmişken kendini, seni bir başına bırakacaklar.
Onların seni yalnız bırakmalarına üzülme, sinirlenme. Aksine teşekkür et! Bil ki kendi tamamlanmışlığın, ancak tek başına gerçekleştirebileceğin bir durumdur. Unutma ki; yol arkadaşların da kendilerini tamamlasınlar diye ilahi güç tarafından sen onların karşılarına çıkarıldın ve senin de görevin sonlandı. Bu gerçeği kabul edip, geride kalmayıp ya da olduğun yerde beklemeyip yoluna devam etmelisin.
Nasıl ki yola çıkarken çantana koyduğun fazlalıklarla, ağırlıklar seni yavaşlatıyorsa, yerinde saymana sebebiyet veriyorsa; yol arkadaşlarının varlıklarını bırakmamış olmak da ruhunda aynı yükü barındırmana sebep olacaktır. Onlara seninle birlikte yürüdükleri için, parçalarını birleştirmen konusunda sana yol gösterici olup destekledikleri için teşekkür et, içten sevgini ilet ve yoluna devam et. Bunu yapmak sana hız kazandıracak, kalbindeki fazlalıklardan kurtulmanı sağlayacaktır.

Ruhuna yaptığın yolculuk hiç bitmeyen bir yolculuktur!

Bilmelisin ki ruhuna yaptığın yolculuk, hiç bitmeyen bir yolculuktur. Varılan yer, sen her vardığında sana yeni bir yol yaratacak. Sen ise varılacak yere, gittiğin mesafeye, ne kadar gittiğine ya da gideceğine odaklanmak yerine, yürüdüğün yolda karşılaştıkların ile ilgilen.
Yolun üzerinde olumlu ya da olumsuz karşına çıkan her güzellik ya da her kötülük ile nasıl baş ettiğine odaklan. Bırak yol sana rağmen, seninle birlikte aksın. Gittiğin yol, yol arkadaşın olsun ve bir gün durmaya karar verirsen şayet; bu, vazgeçtiğin ya da pes ettiğin için değil; yeni yollar, yeni diyarlar keşfetmeye karar verdiğin için olsun.
Yola çıkarken neydi niyetin? Değişmek mi istiyordun? Sanmam ama bu yol değiştiriyor, yol aldıkça insanı… Peki ya içindeki gizemleri mi keşfetmekti? Belki de… Bu yol gizemin kendi içinde gizli olduğunu gösterecektir sana. Bu yol belki de ne zamandır hayalini kurduğun yazgına seni götürecektir.
Bu yol senin yeniden doğuşunun hikâyesini anlatacağın yol olacaktır. Şimdi hazırsan başlamalısın. Aramıza hoş geldin yolcu…
Alıntı: İndigo Dergisi

16 Mayıs 2016 Pazartesi

ZEN YOLU TASAVVUF YOLU

 

“Zihin yanlış anlayış demektir. Zihin sizin önyargılar taşımanız manasına gelir. Bu dünya gerçekte var olan değil, zihnimizdekilerin izdüşümünü gördüğümüz bir dünyadır. Zihin bir engeldir. Görmenize, hissetmenize, bilmenize, anlamanıza izin vermez. Zihin yanlış anlamalara neden olur. O tüm bozulmanın kaynağıdır. Onu bir kenara koymadıkça gerçek anlayış ortaya çıkmaz. Anlayış zihnin olmadığı durumdur. Meditasyon bu durumdan ibarettir.Meditasyon zihni bir kenara koyma sanatıdır. Zihnin müdahalesine izin vermemektir. Zihnin gerçekle aramıza girmesine izin vermemektir. Anlama, meditasyonun bir yan ürünüdür. Yanlış anlayış ise, zihnin gölgesidir.

     İnsan yaşamı için iki yol vardır. Birincisi bir zihin gibi yaşamak, ikincisi meditasyon gibi yaşamak. Eğer zihin gibi yaşarsanız yanlış anlayış içerisinde olursunuz. Zaten çevrenizdeki milyonlarca insan zihniyle anlıyor.

    Hiçbir zaman gerçeğe ne yaptığının, onu nasıl çarpıttığının, onu nasıl sürekli inkar ettiğinin farkında olmadan. Zihninizden bilgi almak yerine, onun nasıl engelleyici bir işlev olduğunu görün. Zihinsizlik sonsuz genişliktedir. Muazzam uzay gibidir. O boştur, berraktır, aydınlıktır, şeffaftır.

    Fakat hepimiz önyargılarımızla yaşıyoruz. Geçmişimiz, hayatımızı yönlendiriyor. Bize ne söylendiyse onu tekrar ediyoruz. Bize ne söylendiyse onu çocuklarımıza söyleyeceğiz. Bu durum hastalıkların nesilden nesile aktarımı gibidir. Geçmiş ölüdür, geçmişi taşımak kendini öldürmektir.

    "Şu anda yaşamak", gerçekten canlı olmanın ve gerçekle uyum içinde olmanın tek yoludur. Tanrı daima şu anın içerisindedir, ne geçmişte ne de gelecekte. Zihinsizlik durumu şu anı yaşayabilir, zihin ise hiçbir zaman şu anı yaşayamaz. Bu durumu deneyebilirsiniz. Her düşüncenin nereden geldiğine bakın. Ya geçmişe aittir, ya da gelecekle ilgili arzularınıza.

    İlk önce ikiyüzlülüğü açıkça görün. Onu gözlemleyin. Tüm inceliklerini, tüm mekanizmasını. Derinine inin. Böylece onun farkına varacaksınız. Başka bir şey yapmanıza gerek kalmayacak. Bir şey yaparsanız baskı yaratırsınız. Uyanıklığın mucizesi, yanlış olanı fark ederek onu durdurmak ve doğru olanı fark ederek onu parçanız haline getirmektir. Uyanıklık dünyadaki en simyasal fenomendir. Bundan böyle daha fazla uyanık ol. Her hareketini, her düşünceni, her rüyanı izle, bir şey yapmak için acele etme. Sadece izle, içinde neler olduğunu kaydet. Hayatı nasıl yaşıyorsun, izle. Yavaş bir şekilde değişimin kendi kendine gerçekleştiğini fark edeceksin. Değişimin gerçekleşmesi, onun kendi güzelliğinin sonucudur."

ZEN YOLU TASAVVUF YOLU
Kendi Özünü Görmek Gönül Gözünü Açmak
OSHO

8 Mayıs 2016 Pazar

Bahar Temizliği

Temizlik yaptım bugün...
Hem de tüm benliğimde
Bütün kaslarımı,sinirlerimi, kemiklerimi hatta kanımı bile temizledim.
Kırgınlıklarımı dışarı çıkardım ilk önce.
Görmenizi isterdim.
Nasıl da çok yer kaplıyorlarmış inanmazsınız.
Bağışlamayı yerleştirdim yerine özenle.
Titizlikle her birinin üstüne ektim tohumlarını.
Her yere görebildiğim göremediğim her yere serptim.
Atarken kırgınlıklarımı bakmadım neydi onlar diye.
Gelecek geçmişten çok daha fazla yaşanası.
Bakmadım merak da etmedim.
Bağışlamayı ekerken tekrar kırılmaktan korkuyordum belki.
Kıskançlığımı çıkardım.
Meğer ben ne az kıskançmışım.
Çok kolay oldu. Sevindim.
Sanki kaybetmiş bir eşyamı bulmuş gibi oldum.
Çok şükür ki kin ve nefret yoktu yüreğimde.
Nasıl temizlerdim hiç bilmiyorum.
Sıra korkularıma gelmişti.
Çıkarmaya bile korktum önce.
Ne de çok alışmışım onlarla yaşamaya.
Bunca acı ve endişeye nasıl alışılır İçten içe bir sevgi nasıl duyulur anlayamadım.
Yerini toprağını sevmiş mor bir menekşeydiler.
E... ne de olsa iyi bakmıştım onlara.
Her gün yeni yeni korkular ekleyip endişelerimle sulamıştım.
Mutluluklarımı ümitlerimi ne de çok ihmal ettiğimi anladım o an.
Bu ilgiyi onlara verseydim her gün onları düşünüp birer umut daha ekseydim;
almadan verip beklemeden sevseydim.
Her şeyden önce içimdeki gücün ve sevginin daha fazla farkında olsaydım böyle bahar temizliklerine ihtiyacım kalmazdı.
Çok zorlandım korkularımla.
Birbirlerinin içine halkalar misali girmişlerdi.
Kenetlenmişlerdi adeta.
Ama onları da sevgiyle çıkardım. .
ve onları yaşamaktan hem de bir zamanlar bir kabus gibi yaşamaktan pişmanlık duymadan çıkardım. .
Kızsaydım onlara bağırıp çağırsaydım. yine dönüp dolaşıp geleceklerini biliyordum.
Temizlik yaptım bugün. .
Bahar temizliği.
Neşe ektim hoşgörü güven sevgi ektim. .
Almadan vermeyi sevilmeden de sevmeyi paylaşmayı ektim. .
Korkusuzlukları ektim alabildiğine...
Saatlerce ektim korkusuzluğu...
Mutluluk ektim doğallık. Sonsuzluk...
Bağışlama ektim.
Sevgi ektim her hücreme.
Coşku heyecan sessizlik ektim.
Tüm güzel fikirler sessizken geliyor bana...
Kabullenme ektim.
Baş eğme değil.
Olduğu gibi kabullenme ...
Edward Morrison

6 Mayıs 2016 Cuma

Lao Tzu "Gerçek, Yargı, Gelişim"


Bizler genellikle;insanları,olayları,kendimizi ve içinde bulunduğumuz yolunda gitmeyen,olumsuz ve talihsiz durumları düşünüp tefekkür etmeden mutlak bir yargıda bulunup sürekli olumsuz bir kıyas mantığı ile akıl dışı değerlendirmeler yaparız.  

Aşağıda Lao Tzu’nun meşhur bir hikayesini bulacaksınız. 

Lao Tzu "Gerçek, Yargı, Gelişim"

Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakirmiş ama Kral bile onu kıskanırmış... Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki, Kral bu at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.

"Bu at, bir at değil benim için; bir dost, insan dostunu satar mı" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış: "Seni ihtiyar bunak, bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler...
İhtiyar: "Karar vermek için acele etmeyin “demiş. "Sadece at kayıp" deyin, "Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden at, bir gece ansızın dönmüş...Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı peşine takıp getirmiş.
Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler."Babalık" demişler, "Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var.."
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. "Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?"
Köylüler bu defa açıkça ihtiyarla dalga geçmemişler ama içlerinden “Bu herif sahiden gerzek" diye geçirmişler... Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara."Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.
İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkân yokmuş, giden gençlerin ya öleceğini ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler,gene ihtiyara gelmişler... "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer..."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar."Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor."

Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlamış:

"Acele karar vermeyin. Hayatın küçük bir dilimine bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar; aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl, insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."