2 Kasım 2012 Cuma

Ve Tanrı Gibiydi Marmara...



Rüzgârın, fırtınanın kıyılarına savurduğu rıhtımında, kendi derin dehlizlerindeki kavganın içsel boğuşmasından sıyrılıp bir randevu gibi yerini almıştı yürekler. Can çekişerek, inleyerek, ah ederek kimileri... Dertlerini Marmara’nın dalgalarına savurmak üzere... Kederli duruşlar, hareketsiz vücutlar ve dalgın bakışlarla kâh dinleyip kâh konuşur gibilerdi Tanrılarıyla…
Marmara’yla.
Her birinin acısı diğerinden acı, her birinin öfkesi diğerinden şiddetli, her birinin çıkmazı diğerinden karanlık…

Akşam çökmek üzereyken Ortaköy’de; kalabalıklaşan rıhtımın, tende süzülen yaşlara sisli ve puslu yansıyan ışıkları, hafiften üşütmeye başlayan serinlik, yüzlerce farklı hikâyeyi daha evine yetiştirme çabasıyla gelip giden vapurların sesi, tütün kokusuyla karışan buram buram soluğumu delen mavinin kokusu ve  yere bırakılan bilmem kaçıncı mey şişesinin dikkat dağıtan sesi bir fotoğraf karesinin dilsiz anlatımıydı adeta..
Efkârı yüksek bir akşamüstünün!

Tanrı gibiydi Marmara…

Akşam indikçe kalabalık kentin yalnız ve rıhtımda yer bulma telaşesine düşen ruhu yorgun insanları… Ağır yüreklerini de taşıyorlardı bedenlerinde, Tanrılarıyla dertleşip hafifletmek üzere ruhlarını...
Dindirebilmek üzere acılarını…
Marmara’nın o genze kadar işleyen keskin iyodunu basmak üzere yaralarına...
Kimilerinin rutin randevusuydu belki, kimileri ilk kez açacaktı umutsuz yüreklerini, kimileri ise hep o bankta oturup çözüm bulmadan gitmeyeceklerdi belki de…
İnatla ve sabırla!
Kimileri umutla kimileri kahırla dönecekti evine.

Solumdaki bankta oturan ortaca yaşlarda bir adam! Dirseklerini bacakları üstüne diremiş ve belli ki artık bedeninin taşıyamadığı ağır ve yorgun başını ellerinin arasına hapsedip gözleri yerde bir noktaya odaklı halde. Oradaki varoluş anımdan beri kıpırdamadan öylece duruyor uzun süredir. Anlatır gibi Tanrısına, dinler gibi Tanrısını derin bir sükûnetle…
Yorgun, bitkin, kederli ve çaresiz... Darmadağınık kahverengi ceketi sarkıyor dizlerinden, gri kazağı ceketinin kolundan parmaklarına eldiven misali yetişiyor, yün iplikler artık zamana direnemediğini belli ediyor sahibi gibi. Yılgınlık, her neresine baksan gösteriyor kendini bu bedende… Doluyor gözlerim efkâr-ı haline...

Tenimde süzülerek dudaklarıma inen tuzun tadını içime akıtırken bir sigara eşlik ediyor  şimdi ruhumun dikkat kesildiği bu hayata… Neyle boğuşuyor kim bilir, nasıl bir ışık arıyor içindeki karanlığa? Ne derin ve ağır bir hikâyedir bu kim bilir? Dünyanın en büyük acısını içinde yaşayan, adeta kimselerin görmediğini sandığı can çekişen halet-i ruhiyesi içinde kentin bir köşesinde, kendi varlığıyla bir başına!

Ağır çekim bir filmde gibi uzuvlarım; usulca başımı önüme çeviriyor, göz açıp kapayan nemli kirpiklerimin tavırlı bir edası var şimdi… Göz bebeklerim; vapurların, akşamın rengine karışan sarı efsunlu ışıklarına temas ediyor, sirenin sesi kulaklarımda çınlıyor hazin bir sesle…
Dalıyorum maviye, en derinlere…
Ağırlaştım çokça…

Tanrı da ağırlaşmaya başladı sanki!
Bunca insanın kederi, derdi, acısı öfkelendirmeye başladı O’nu. Bunca mutsuzluk bunca gözyaşı, içerilere akan… Genciyle yaşlısıyla, kendi kalabalıklarından kaçıp her ne olursa olsun yine de kalabalığın içinde nefes alma arzusuyla varlığını bu rıhtıma sürüklemiş insanlar...
İnsanlar, insanlar, insanlar…
Aman dileyip ona gelen bunca canın umutsuzluğu hırçınlaşmaya başlayan dalgalarla öfke patlamasını yaşatıyordu Tanrı’ya adeta. Marmara köpürüyor, Marmara bağırıyor kükrüyordu yok olan yaşama sevinçlerine, yitirilmiş umutlara, heyecanlara, heveslere. Her bir dalga birinin yakarışına bir cevap gibiydi, öfkeli! Martıların acı çığlıkları yankılanıyordu kulaklarımda, bu öfkenin korkusundan… Telaşlı bir yükselişe geçen kanat çırpınışları karışıyordu dalgaların gürültüsüne… Boğazda kopan kıyameti yaşıyordu farkında olan her nefes!
Birer birer vuruyordu kıyıya her bir martı kendini kurtarmak istercesine, bu birden bire yükselen öfkeden nasibini almadan.

Her gün biriktiriyordu aslında Tanrı kendini, her gün aynı sahne, her gün aynı yakarışları dileyişleri beklemede... Daima orada olmak üzere! Her gün yeni binlerce hikâyenin doldurduğu Marmara’nın kıyısı, her gün yeni bir efkârın sancısını sahnelemek üzere dolup taşıyordu…
Bir rutindi bu!

Yaşamı ikiye bölen rıhtımın bir tarafı, coşkulu grupların yer aldığı balık lokantalarında anasonla şenlenen masalarla doluyken; diğer tarafı yemeden, içmeden, neşeden, keyiften uzak; bir umut tebessüme hasret canları ağırlıyordu. Marmara serenat gibi gelirken kimilerine, kimilerinin iç sesiydi her bir çırpınışta her bir köpürmede. O ki; hani seni de alıp götüreceğini, sularına karıştıracağını sandığın o en şiddetli en ürkütücü en büyük dalgada kalp atışlarının bile sesini ayırt edebildiğin bir ürperme yerleşiveriyor ya içine!... Kıyıya çarpan her dalganın yüzüne sıçrayarak hissettiğin her damlası, şefkatiydi sanki tenini okşayan;etini yalayıp geçen o rüzgâr üşütüp içini titretirken dokunuyordu sanki Tanrı ruhuna…
Beklenen cevap buydu belki;
"Sabret!" dercesine,
Dayan!

Hayatlar, hikâyeler içinde kaybolurken neden orada olduğumu unuttuğum anın içindeyim… Bir an gözlerimi kapatıp derin derin soluyorum gerçeğin kıyısını. Çektikçe çoğalıyor ruhum, çektikçe ne gidebiliyor ne kalabiliyorum’un düşüncesiyle savaşıyorum göz kapaklarım ardında, beynimin arka sokaklarında...

Ve bir sigara daha yakıyorum...
Dumanı sislendirirken gözlerimdeki İstanbul’u, kasılarak titreyen parmaklarımdaki soğuk, solumda oturan gri yün ipliğindeki hayatın acısı gibi boğazımdaki nikotinin tadı!
Çektikçe yakıyor!…


Ağır ağır indi lacivert gece Ortaköy’e…
Bir başına umut arayan hayatları,
yüreklerinde listeledikleri
alt satırı boş,
cevap bekleyen sorularıyla baş başa bırakıp
çaresiz,
yol almak lazım gelir usuldan…
Cebimde deste deste hayatlarla…



Özlem Bayır

Mart 2012 Ortaköy-İstanbul




Fotoğraf: Teşekkürler,Olcay Erçağ