8 Eylül 2016 Perşembe

Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye: “Hiçbir yerde olmak istemiyorum ki…”

"Bilirsin, yazılmadıkça bitmeyen şeyler biriktirir kadınlar..."

"Yalnızlık bana hiç bir zaman eksilmeyen bir  güç veriyor!"

"Yaşanacak bir yaşam var, 
Binilecek bisikletler var.
Yürünecek yaya kaldırımları
ve tadına varılacak gün batımları.."

"Tek günah, insanın kendi yaptığını kavrayamamasıdır."

"Yağmur benim içime işleyen bir şey,yeryüzünde doğanın bana sunduğu en yakın arkadaş.."

"Her şey geçiyor, hiçbir şey geçmese de..." 
                                                                                                                                                                                    Tezer Özlü



Tezer Özlü’nün yakın dostu Ferit Edgü’ye 1966 sonbaharında yazdığı bir mektup:


Sen trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinlediğim müziği. Daha çok yitiriyorum tüm düşüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi. Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro, ev, ben, beni yoramıyor artık. 
Uyanmam için de hiçbir neden yok. Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Diğerleri gibi. Bir ben. Diğer benler gibi. Bugün eski ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı gülsek. Gülebilir miyiz dersin? Gülebilir misin?
Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum. Bugün senin Bozgun’u okumaya çalıştım. Üç kelime okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler, benden uzaklaşıyor. Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan geçenleri yazamam. Bir şey geçmiyor çünkü.
Geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında, bir parmak kadar dar bir yere abanıp kalmışım. İçeriye girsem, girmeye yeltensem, camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim. Ama o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti ellerim. Ve ben düşecektim boşluğa.
Yarın bütün gün trende gidecek olan sen misin? Nereye? Niçin?
Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin? 
Hiçbir yerde olmak istemiyorum ki.Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım.
Gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendi kendime, işte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim? 
Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum....

Ankara, Eylül/Ekim, 1966 Cuma
Her Şeyin Sonundayım
Sel Yayıncılık, Mart-2010

Kaynak:Düşünbil Dergisi





3 Eylül 2016 Cumartesi

Hiç Oldu mu? ... Hümeyra


Öfkesini kumsala boşaltıp 
Geri dönen dalgalar gibi 


Elinizi uzattığınız halde 
Hiç oldu mu kaçırdığınız? 
Sevdiğiniz dalgalar gibi 

Bir şeylerin kopmakta olduğunu 
Kapalı gözlerle bile görüp de 
Bir türlü adını konduramayıp 

Yanlış sabahlara uyandığınız 
Hiç oldu mu sizin de?


Dolu dizgin giden atın boynuna 
Korkudan bir yontu gibi sarılan 
Dizginleri kaçırmış binici gibi 

Hiç oldu mu kalktığınız? 
Ter içinde uyanılan düşler gibi 
Hiç oldu mu kaldığınız?


Yaklaşmak için her attığınız adımda 
Biraz daha geri gittiğiniz 

Ve avucunuzdaki elin apansız 
Buz parçasına dönüştüğü 
Hiç oldu mu bilmeceleri çözemediğiniz?

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Yalnız Gezenin Düşleri - Jean-Jacques Rousseau

Fransız Aydınlanması'nın 'aykırı' sesi Rousseau, edebiyatın geleneksel türleri içinde kendisine kolayca bir yer bulamayan bu 'anı' ile 'roman' arası metinde, hayatı ile bir son hesaplaşma çabasına girişiyor. Bu hesaplaşma en başta düşünürün iç dünyasına, geçmişine yaptığı bir yolculuk anlamına gelmektedir. Yalnızca Aydınlanma'nın değil, tarihin en büyük ve en önemli devrimlerinden birini gerçekleştirmek üzere olan burjuvazinin, tarihe kendi 'aklı' ile yön verme hedefinin içinden yükselen uygarlık eleştirisi ve buna bağlı 'doğaya
dönüş' çağrısıyla Romantik akıma öncülük etmiş, halk iradesinin monarşiye karşı üstünlüğünü savunan bu 'eleştirel ses', Rousseau'nun hayatının son yıllarında içine sürüklendiği yalnızlığın, tecrit edilmişliğin kalın duvarlarını ören sestir de.
(Tanıtım bülteninden)


Anlatım dili sizi satırlara hapsederken derinliğine dalma tefekkürünü yaşamaktan da kendinizi alamıyor,pek çok yaşanmışlığın betimlemesini ruhunuzda yeniden yaşıyormuşçasına tasvir edebiliyor ve aynı zamanda reddedişlerinizin ve kabul edişlerinizin benzerliğini sarsıcı bir güçle okumanın hayretinden de kendinizi kurtaramıyorsunuz.Paragraflar kimi zaman ne kadar uzun olsa da anlatımın kalitesi,duygu durum analizlerindeki ifadelerinin hissiyatında size akan etki ve üslubun mahiyeti sizi önce ruhunuzdan sonra kalbinizden sert bir rüzgar gibi yakalayıp benliğinizi savuruyor,bölüm bitene kadar da bu fırtınaya teslim olmaktan başka çareniz kalmıyor..

*"Yapmak istediğimiz şeyler, büyük ölçüde inanmamız gerekenlere bağlıdır ve en doğal ihtiyaçlarımızın dışında kalan her şey de, eylemlerimize hakim olan fikirlerimizdir."

*"Gerçek mutluluğun kaynağının bizde olduğunu, mutlu olmayı bileni bedbaht etmenin insanların elinde olmadığını öğrendim." (sahiden çok hoş bir cümle,farkında olup kimi zaman cümlesini kuramadığımız tarzdan)

*"Kendimi tamamen ruhumla konuşma zevkine bırakayım. O ruh ki, insanların elimden alamayacakları tek şeydir."

*"Bazen düşlerim düşüncelerle son bulur, fakat daha çok düşüncelerim düşlerle sona erer ve bu sırada ruhum, bütün zevkleri aşan bir vecde dalarak, hayal gücünün kanatları üzerinde tüm evrende süzülerek dolaşır."

*" Başımıza gelen herhangi bir kötülükte , etkisinden çok niyete bakarız.Çatıdan düşen bir kiremit bizi daha kötü yaralayabilir,fakat kötü niyetli bir elin atacağı taş kadar derinden etkilemez.Darbe bazen ıskalayabilir ama niyet asla hedefini şaşırmaz."

*"...çünkü akıl,ancak kendini dinletebildiği zaman konuşur."

*"....Tanrı'nın beni yargılayabileceği sertlikle yargılıyorum kendimi."

Sayısız alıntı yapmak isterdim ancak bu kadarıyla örneklendirmek istedim..

Bu kitap uzun zamandır kitaplığımdaydı fakat nasıl oldu da bunca zaman elime alamamış,derinliğine dalmaktan kendimi mahrum bırakmışım diye hayıflanırken,birden kendimce hep düşündüğüm "bazı kitapların zamanı vardır,o zaman gelmeden onu okusam da alacağım etki bunca müthiş olamaz,bu nedenle gözüme de görünmez" inancı beni kendime getirdi:) Çünkü bunca zaman okuduğum her kitabı doğru zamanda okumuş olduğuma inanarak bitirmenin keyfini hep yaşadım,bunda da olduğu gibi..

Herkesin kendi yaşamsal deneyimlerinden bir miktar benzerliği mutlaka yakalayabileceği pek çok sahneye şahit olmaması imkansız...


Anlaşılmayan ve anlaşılamadığı için kendini yalnız hisseden ruhlar ve bu nedenle de yalnızlığını sevenler..Seveceksiniz.. 


Çünkü içinde bulunduğumuz çağa hiç te yabancı olmayan tüm bu anlatımdaki gerçeklikler bize bir farkındalık sunuyor ve bu yalnızlığın farkındalığıyla ulaşılan tekamül esasında bir dönüşümdür..


Tekrar tekrar okunası hatta yaşanası güzellikte ...
 


Özlem Bayır

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Nar Ağacı-Nazan Bekiroğlu

"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.
 Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin."


  Yazarın kalemi bunca güçlü olmasa,böylesi derin bir tarihi,aşkı,olayları ve duyguları anlatan bu zaman yolculuğunu öylesi sert ve sıcak iklimin buharlı yollarında,bazen kan ter içinde bazen üşüyerek,bazen aç kalarak ve hatta ölmeye bunca yaklaşmışken, bu kadar gerçekçi ve yaşayarak yapmak,bu duyguların etkisine girmek sanırım imkansızlaşırdı..Hep uzak bir geçmişe özlem duyarız ya hani,hep bizden önceki kimi bilindik hayatların hikayesine tanıklık etmek isteriz ya,hani o kadar tanıklık ki bu,o duyguları bire bir yaşamak,her bir karakterin başına gelen onca olaydaki davranışlarının neden'lerini ve nasıl'larını tam anlamıyla anlamak,kimi zaman hak vermek kimi zaman yermek ve belki de sorgusuz sualsiz sadece şahitlik etmek arzusuyla dolu güçlü bir özlem..

Bu bambaşka bir hikaye.
Bu öyle bir Settarhan ki..Ah! dedirtti her defasında..
Bu öylesi bir yolculuk ki,sizi alıp götüren,hep o zamanda yaşamak isteyip te sayfaları bitirmemek istercesine şu dünyaya geri gelmek istemediğiniz bir yolculuk..Ne varsa eskilerde var dediklerimizden..

Acı da olsa çetin de olsa,hepimizin hayatında olduğu gibi kimi zaman hep sil baştan başa sardığımız bir bilinmezin sağnağında ıslandığımız ve ne zaman durulacağını bilmediğimiz bir yağmur gibi olsa da hayat, ve fakat yine de "tüm hayatınızı yaşamadıkça kaderinizden şikayet etmeyin" dedirten bir teslimiyete adanabilen bir öykünün size bunca tesir etmesi, bir tefekkür zamanının daha geldiğini hissettiriyor..Bir süre daha kalırım o zamanın pek çok sahnesinde sanırım..Beynimin arka odalarında yer açıldı,gözlerimle ve ruhumla yaşadığım onca sahnenin fotoğraflarını biriktirdim usumda,o odalarda gezinmek üzere...

Yazara,bana hissettirdiği ve yaşattığı her şey için sonsuz saygı duyduğumu da söylemeliyim.Onunla birlikte bir gölge de ben oldum,bu mazinin ortağı oldum....

*"Ey sıkıntı şiddetlen, nasılsa geçeceksin."
Bir sıkıntının geçeceğine duyulan güven, ona dayanmanın tek çaresiydi...

*"Bazen en büyük hakikatlerin bilgisinin en büyük günahlarla yan yana durduğunu unutma Settarhan. Aşkın nizamı parçalanınca her şey göze abes görünmeye başlar.İnsan içinden yenilenmeyince dışından eskir...."

*"Aşık,kendisini yakacak cehennem ateşin önünde önce bir süre ısınır, bilmiyor musun?

*"Başkalarının ayıplarını araştıracak kadar temiz kim var içinizde, densizler?

*"Zaman sana hiç ummadığını ve biriktirmediğini getirir" buyurmamış mıydı Hz. Ömer Efendimiz?

*"Bu kadar hazin bir parça ancak hasretten söz edebilir ve bu kadar içli okumak için hasreti bilmiş olmak gerekir."

*"Yaradan kusursuz kurmuştu endazesini,yaradılış mükemmeldi.Ama kul kısmı dünyayı eğriltmekle kalmadığı gibi bu eğrilikten dolayı rahatsızlık ta duymuyordu."

*"Padişahın,padişahtan daha fazla padişahçı olanlarca kuşatılmış olduğunu görmüyor musunuz?

*"Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.
Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin."

*"Hem sadece bir kez görmek yetmez, iki kez görüşmeleri lazım,araya bir gecenin rüyası girmeli."

*"Bir ırmağın denize dökülme anından daha muhteşem bir şey varsa o da iki ırmağın birleşme anı ve iki büyük ırmak her coğrafyada aynı ihtişamla birleşiyor olmalı.Buna tanığım işte."

*"İnsan sadece kendisinin değil başkalarının da kaderinden sorumluydu.Hatta bazen insanın kaderi başkalarının kaderi üzerinden yazılıyordu."
....
"Birilerinin mucizesi olmak lazımdı Settarhan."

Ve son bir alıntıyla bu yolculuğa dair hissettiklerimi derinliğine anlatan en doğru satırlar sanırım bunlar olsa gerek;

"Bir tek şeyi bilmiyorum ama.Bütün ömrümce bilinmesi en fazla gerek şeyleri bilmediğim gibi:

 Bunca bilgiyi bunca duyguyu ne yapacağımı."

Sevgiler....
 

Özlem Bayır

18 Ağustos 2016 Perşembe

Çocuk ve Evlilik Üzerine - F. Nietzsche

 
Gençsin ve çocuk sahibi olmak, evlenmek istiyorsun.
Ben de soruyorum sana : Bir çocuk istemeye layık bir insan mısın ?

Muzaffer misin, kendi kendine boyun eğdiren misin,
duygularına hükmeden misin, erdemlerinin efendisi misin ?
Bunu soruyorum sana.
Yoksa arzularında dile gelen, hayvan ve ihtiyaç mı ?

İsterim ki, zaferin ve özgürlüğün olsun bir çocuğu özleyen.
Canlı anıtlar inşa etmelisin zaferine ve özgürleşmene.
Kendinin üzerine inşa etmelisin.
Ama önce kendini inşa etmelisin, dimdik bir beden ve dimdik bir gönülle.
Sürdürmekle kalmamalısın neslini, yükseltmelisin de !

İki kişinin, onu yaratandan daha fazla olan birini yaratma istemine evlilik derim ben.
Böyle bir istemin sahipleri olarak birbirlerine saygı duymalarına derim ben, evlilik diye.
Bu olsun evliliğin anlamı ve hakikati.

Oysa fazlalıkların, lüzumsuzların evlilik dedikleri şey- ah ne demeli ki buna ?

Ah, bu iki kişilik gönül yoksulluğu!
Ah, bu iki kişilik gönül kirliliği!
Ah, bu iki kişilik sefil huzur!

Evlilik diyorlar bunlara; ve cennette kıyıldığını söylüyorlar, nikahlarının.
Eksik olsun lüzumsuzların cenneti!
Eksik olsunlar, bu cennet bağıyla birbirine bağlanmış hayvanlar!

Gülmeyin böyle evliliklere!
Hangi çocuğun bir gerekçesi olmadı ki, ağlamak için anne-babasının haline?

Bu adam bir kahraman gibi yürüdü hakikatlerin üzerine ve sonunda küçük, süslü bir yalan geçirdi ancak eline.
Evliliğim diyor buna.

Bir meleğin erdemine sahip hizmetçi bir kız arıyordu, bu adam.
Oysa ansızın hizmetçisi oldu bir kadının.
Şimdi melek olmak gereği duyor bir de !

Sayısız kısa budalalık- aşk budur sizin gözünüzde; ve evliliğiniz, uzun bir ahmaklık olarak son verir kısa budalalıklara.

Erkeklerin kadınlara sevgisi ve kadınların erkeklere sevgisi;
Ah, keşke acı çekenlerle ve gizli kalmış tanrılarla birlikte acı çekmek olsaydı bu!
Ama çoğu kez iki hayvan birbirini keşfediyor.
En iyi sevginiz bile sadece tutkulu bir taklitten ve sancılı bir ateşten ibarettir!

Kendinizin üzerinde seveceksiniz, günün birinde!
Bu yüzden önce öğrenin sevmeyi!

Üstinsana yönelen ok ve özlem;
Konuş, kardeşim, evliliği istemenin nedeni bu mudur ?
Böyle bir istem ve böyle bir evlilik kutsaldır gözümde.


Böyle Buyurdu Zerdüşt
Friedrich Nietzsche


Ey Zerdüşt, her şeyi biliyorum!... F. Nietzsche

Ey yalnızlık!
Ey yurdum yalnızlık!


O kadar uzun süre yabanıl yaşadım ki yaban ellerde,
göz yaşları içinde sana dönmemek mümkün değil!

Hadi tehdit et beni parmağınla,
annelerin tehdit edişi gibi...
hadi gülümse bana, annelerin gülümseyişi gibi...



Hadi de ki ; ''Kimdi o, bir zamanlar fırtına gibi esip uzaklaşan benden?"
Kimdi ayrılırken şöyle seslenen : 'Uzun süre oturdum yalnızlıkta, unuttum susmayı !'
Bunu iyice öğrendin mi şimdi ?


''Ey Zerdüşt,her şeyi biliyorum;
çoğunluğun içinde bir başına,benim yanımda olduğundan daha terk edilmiş olduğunu da!

Terk edilmişlik başkadır, yalnızlık başka:Bunu öğrendin şimdi sen!
Ve insanların arasında her zaman yabanıl ve yabancı olacağını da:

Yabanıl ve yabancı olcaksın, seni sevseler bile;
çünkü her şeyden önce esirgenmek isterler!

Ama burada, yurdunda ve evindesin;
burada her şeyi söyleyebilir ve bütün sebepleri döküp sayabilirsin,
hiç bir şey gizli, inatçı duygulardan utanmaz burada.

Burada her şey sevgiyle yaklaşır konuşmana ve şımartır seni;
çünkü senin sırtında at koşturmak isterler.

Her türlü benzetmenin sırtında koşturursun burada, her türlü hakikate.
Dosdoğru ve dobra dobra konuşabilirsin burada her şeyle;
ve sahiden, nasıl da övgü gibi gelir kulaklarına birinin her yönüyle doğru konuşması!

Oysa terk edilmiş olmak başka bir şeydir.

Hatırlıyor musun ey Zerdüşt ?
'Hayvanlarım yol göstersin bana'
insanların arasında, daha tehlikede olduğumu gördüm, hayvanların arasında olduğumdan,' dediğinde.
-İşte buydu terkedilmişlik!

..en sessiz saatin bekleyişini ve suskunluğunu bir ıstıraba dönüştürdüğünde ve alçak gönüllü cesaretini kırdığında: 

-İşte buydu terk edilmişlik!

Ey yalnızlık!
Ey yurdum yalnızlık!
Nasıl da mutlu ve narin konuşuyor sesin benimle!

Birbirimizi sorgulamayız, birbirimize yakınmayız,
birbirimize açığız ve birlikte geçeriz açık kapılardan.

Burada varlığın tüm sözleri ve sözcük kutuları açılıyor bana;
varlığın tümü sözcüğe dönüşmek ister burada,
tüm oluş burada benden konuşmayı öğrenmek ister.

Ama aşağıda -orada her türlü konuşma boşuna!
Orada unutmak ve önünden geçip gitmektir en iyi bilgelik: 

Bunu öğrendim şimdi!

İnsandaki her şeyi kavramak isteyen, her şeye dokunmak zorundadır.
Ama bunun için fazlasıyla temiz ellerim.

Esirgemek ve acımaktı her zaman en büyük tehlike bana; 

ve her türlü insani varlık da esirgenmek ve acınmak ister...


Böyle Buyurdu Zerdüşt

Friedrich Nietzsche

30 Temmuz 2016 Cumartesi

Bir küçük hayal tiryakisi, Yasemin Çiçekleri


Hep bir ağızdan, “Aşk,” diye haykırır insanoğlu. Fakat Puccini yanıt vermez. Oyun susar bir anda, müzik durur ve kısa bir sessizlik olur. Nice sonra nereden geldiği belli olmayan incecik, yaralı bir ses duyulur…
Çağlar öncesinden kalma bir hikâye biliyorum.
Bu hikâyeye göre çok, çok eskiden Hint bir prenses, Güneş Tanrısı Surya-Deva’ya umutsuzca âşık olmuş. Köpüren bir deniz misali gün geçtikçe kabarıp dalgalanıyormuş sevdası. Sonra bir gün, bir kuş telaşında dillendirivermiş aşkını. Yaban bir tebessümle bakmış prensesin yüzüne ulu Güneş Tanrısı Surya-Deva. “Olmaz,” demiş. “Ben bal, sen sirke… Ne yapsak gene de denk olamayız birbirimize.”
Aşkından deli divane, harap olan prenses oracıkta kıyıvermiş canına. Narin bedeni yakılarak, külleri yeryüzünün bambaşka diyarlarına doğru savrulmuş. Küllerinin dokunduğu her toprak parçasından bir tutam yasemin çiçeği  filizlenmiş. Prensesin küllerinden döllenen tüm yasemin çiçekleri, gündüz açmayı reddederek sadece gece boyunca, ta ki şafak sökene dek koku verir, sonra da hüzünle sönerlermiş. Ne ki, bir zaman sonra Hintler bu çiçeğe “İlahi Umut” adını vermişler. Aşk kadar azametli ve umut kadar lahuti[1] olduğu için…
Seneler evvel, aklımda bu hikâye, ünlü İtalyan besteci Puccini’nin operası Turandot’u izlerken, “Yasemin Çiçekleri” (Mo Li Hua) adlı Çin halk şarkısına denk gelmiştim. “Yasemin, unutulmaz aşkların gerçeğidir,” der Puccini bu operada ve hemen sonra da insanoğluna üç küçük bilmece yöneltir:
Sadece geceleri ortaya çıkan,Bin bir renkte kanatlarıyla kutsal bir hayalet sanki.İnsanların üzerinden süzülerek göğe yükselir,Dünya var olduğundan beri herkes onu arar, ona sığınır.Her gece yeniden doğan ve her şafakta yok olan bu şey nedir?
“Umut,” diye hep bir ağızdan haykırır insanoğlu. “Evet,” der Puccini.”Bildiniz.” Bilmecenin cevabı, umuttur.
Ateş gibi yanıp tutuşan ama ateş olmayan,Bazen bir çılgınlık hali, bazen bir kor, bazen güç, bazen de tutkudan doğan,Öldüğünde ya da kalbini kaybettiğinde giderek soğuyan,Ama fetih arzusuyla yeniden alevlenen,O sesine sarsılarak kulak verdiğin,Güneşin batışı kadar kızıl olan şey nedir?
 “Kan,” diye hep bir ağızdan haykırır insanoğlu. “Evet,” der Puccini. “Bildiniz.” Bilmecenin cevabı, kandır.
Buzdan ateş olan,Ateşten yine buza dönüşen,Bembeyaz ama kapkara,Seni özgür bıraktığında tutsağı olduğun,Tutsağı olarak kabul ettiğinde seni kral yapan o şey nedir peki?
Bu defa hep bir ağızdan, “Aşk,” diye haykırır insanoğlu. Fakat Puccini yanıt vermez. Oyun susar bir anda, müzik durur ve kısa bir sessizlik olur. Nice sonra nereden geldiği belli olmayan incecik, yaralı bir ses duyulur. “Yasemin,” diye fısıldar bu gizli sesin sahibi. “Umut, Kan ve Aşk… Yasemin, sevda acısı çekenlerin teselli çiçeği, yapraklarında yalnızlık büyüten bir hayal tiryakisi…”
Yazık ki yeryüzündeki hiçbir yasemin çiçeği, özünde sadece bir hayalden ibaret olduğu gerçeğiyle yüzleşmek istemez. Tıpkı aşk gibi, bütün o uçsuz umarsız sevdalılar gibi… Ve “Yasemin,” diye öğütler arif bir ozan, “Bırakın da Hayal Çiçek olduğunu büyüyünce öğrensin.”[2]
Aşk ve Yasemin;
Umut bitiği düşlerimizin tek ve en gerçek azizeleri…
Bırakalım da bir hayalden ibaret olduklarını hiçbir zaman öğrenmesinler.
Öyle ya, her birimiz bir tutam Hayal Çiçeği olsun büyütmüyor muyuz içimizde? Biri burada, biri şurada, biri bende, biri sizde, her yanda bir sürü Hayal Çiçek…

[1] İlahi.
[2] Onat Kutlar’ın Yeter ki Kararmasın… adlı kitabından.
ECE İREM DİNÇ

25 Haziran 2016 Cumartesi

Nietzsche, Rilke ve Freud’un kalbini çalan narsist güzel: Lou Salome


“Kesinlikle kendi hayatımı yaşayabilirim. Ve ne olursa olsun bunu yapacağım. Böyle davranarak hiçbir ilkeyi temsil etmiyorum; ama çok daha güzel, benim içimde olan bir şeyi, tamamen yaşamın sıcaklığı olan, neşe dolu ve kaçıp gitmeye çalışan bir şeyi temsil ediyorum.”
Bu sözler Lou Andreas Salome‘ye ait…
Ardından hakkında farklı dillerde sayısız araştırma yapılmasının, güncesinin, mektuplarının ve eserlerinin didik didik incelenmesinin nedeni, yaşadığı dönemin bir güzellik abidesi olması değil, döneminin ilerisinde bir özgürlük anlayışına sahip olan bu kadın olması ya da bir yazar olarak Alman dilinde vermiş olduğu sayısız eserler de değil.
Lou; erkek egemen bir çağda özgürlük tutkusunu bir kamçı gibi kullanabilme yetisi ve “hastalıklı” iffet duygusu ile dönemin önde gelen düşünürlerini ve sanatçılarını baştan çıkaran bir Tanrıça’ydı.
12 Şubat 1861 yılında St. Petersburg’da doğan Lou Andreas Salome; yasa, kural, gelenek ve göreneklerle hiçbir işi olmayan başına buyruk bir insan olarak büyüdü. Zürih’te teoloji, felsefe ve sanat tarihi okudu. Yıllar içinde “Tanrı’nın var olmamasının imkânsız olduğu kadar, benim de böyle bir dogmaya inanmam imkânsız.” diyerek damgasını vuran cesur bir genç kıza dönüştü.
21 yaşında yaşadığı bir sağlık sorunu nedeniyle annesi ile beraber Roma’ya gitmek zorunda kalınca annesinin çok yakın arkadaşı olan dönemin ateşli devrimcilerinden Malwida von Meysenbug’un evinde kalmaya başladılar. Malwida, Paul Ree’nin ve Nietzsche’nin arkadaşı idi ve 1882 yılında Lou, Nietzsche ile arkadaşlık yapmaya başladı. Özellikle din konusunda yaptıkları sohbetlerden ve kafeslenemeyen ruhundan etkilenen Nietzsche tek taraflı bir aşk hikayesi yaşamaya başladı. O dönemde 37 yaşında olan tarihin en karamsar filozofu, insanoğlunun büyük acılara sürükleyen zevklerden uzak durması gerektiğini savunan öğretilerden kurtulmaya çalışıyor, geç de olsa hayatında ilk defa mutluluğu arıyordu. Belki de Nietzsche’nin kadın düşmanı olmasına neden olan en önemli etkenlerden birisi de buydu…
Nietzsche Ağladığında isimli kitapta şöyle bahseder:
“Hangi yıldızlardan düşüp birbirimizi bulduk biz. Bu kadar düz bir cümlenin bu kadar karmaşık olmasına neden olan kadın.”
Lou için, evlilik sevginin katilidir, arkadaşlık sevgiye daha da kötüsü cinselliğe dönüşerek yok olma riskinden kurtarılmalıdır. Bu düşünce ile kendisine Paul Ree ve Nietzsche tarafından yöneltilen evlilik tekliflerini ret eden Lou, Frederich Andreas’ın intihar tehdidinden etkilenip onunla evlense bile 34 yaşına kadar cinsel ilişkiye girmedi ve bekaretini muhafaza etti inatla.
Ancak geç yaptığı evliliği esnasında bile kocası bilgisi dahilinde flörtlerine devam etti. Bu flörtlerinin arasında Rainer Maria Rilke ve Sigmund Freud’da vardı.
20’li yaşlarının başındaki Rainer Maria Rilke ile 30’lu yaşların sonunda ki Lou ilişkisini yaşar ve özgüveni ile şair Rilke’yi büyüler. Tek gerçekliğim dediği Rilke’yi ve onun ”büyük bir sessizlik ve doğallıkla gelen” aşkını kabul eder Lou. Rilke ise kendine bir anne, sığınılacak bir yuva, yol gösterici bulmuştur. Onun özgüveni, büyülemiştir Rilke’yi. Rilke daha erkeksi ve daha güçlü görünmek için Lou’nun önerisini kabul ederek Rene olan adını Rainer olarak değiştirir. Lou’nun karşısında bir pervane gibidir. Ona olan aşkını en iyi şu satırlar: özetler.
“(…) senin sınırlarına tozlu basit halde gelen güneş ışını, ruhunun parlak dalgasında bin kat berrak ve parlak oluyor. benim berrak kaynağım, dünyayı senden görmek istiyorum, çünkü o zaman yalnızca seni, seni, seni görüyorum.”
50 yaşında psikanalize ilgi duymaya başlayan Lou, Freud’a, tanışmak istediğine dair mektuplar yazar. Doğallığı ve birikimiyle büyülediği Freud ile çalışmaya başladığında, özellikle narsisizm konusunda, ustasına bile karşı koyduğu cesur betimlemeleriyle hayranlık uyandırır. İkilinin 25 yıl boyunca süren mesleki konularda mektuplaşmaları, Lou’nun mesleki gelişimine büyük katkı sağlarken; Freud, Lou’nun ölümünden sonra, “Ona duyduğum aşkı ve hayranlığı söylemiş olmayı isterdim” itirafında bulunmuştur.
Lou Salomé, kendini “ben” olarak tanımlayabilen, hayatın karşısında tüm “ben”cillikleriyle durabilen, yaşamı “kendi ideal durumlarına” göre yaşayabilen ender insanlardan biridir. Onun etrafındaki entelektüel çevre üzerindeki çarpıcı etkisi, onun hayatın karşısında “kendi ideal durumuna” göre yaşama cesaretini göstermesinden kaynaklanıyordu.
76 yaşında öldüğünde, ardından Sigmund Freud tarafından şu şekilde anılacaktı:
”Onun yanına yaklaşan herkes, varlığının samimiyetinden ve uyumundan çok güçlü bir biçimde etkilenirdi; kadınlara özgü zaafların hiçbirinin hatta insani zaafların bile çoğunun onda bulunmadığını, yaşamı boyunca bunları aşmış olduğunu fark ederdi.”
Yazar: Sibel Çağlar

22 Haziran 2016 Çarşamba

Kızılderilinin Beyaz Adama Mektubu


Bu mektup Kızılderili Reisi Seattle tarafından “Washington’daki Büyük Başkan” a yani 1853-1857 yılları arasındaki Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılmıştır:
“Washington’daki Büyük Başkan bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildiren bir mektup yollamış, dostluktan söz etmiş büyük başkan… Ama biz, sizin dostluğumuza ihtiyaç duymadığınızı biliriz.
Gökyüzünü nasıl satın alabilirsiniz ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını?
Ağzımdan çıkan sözler yıldızlara benzer Büyük Başkan, hiç sönmezler. Bu yüzden söyleyeceklerime güveniniz.
Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Kutsaldır bu topraklar benim için ve ulusum için…
Yağmur sonrası ışıltılı her çam yaprağı, denizi kucaklayan kumsallar, karanlık ormanların koynundaki sis, şakıyan böcekler…
Ve bilin ki:
Kızılderilili adamın anıları ağaçların özsuyunda saklıdır. Toprak bizim anamızdır. Bilesiniz ki; derelerin ve ırmakların içinden geçen sular, sadece su değildir, atalarımızın kanıdır o.
Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam, toprağı çocuklarından çalar. Açlığın dünyayı saracak beyaz adam ve ardında koskoca bir çöl bırakacaksın. Sabahın sisi dağların karnından doğan güneşi görür ve kaçar. Demir at (lokomotif), öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce buffalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? Anlayamıyorum.
Hayvanlar insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi?
Hayvanların başına gelen, insanın da başına gelecektir.
Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecek …
Çocuklarınıza bizim öğrettiğimiz şeyleri öğretin. Toprak bizim anamızdır ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece…
Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz?
Bir kağıt parçasını imzaladığımız ve beyaz adama verdiğimiz için her şeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam?
Havanın tazeliğine ve suyun pırıltısına sahip değilsek, bunu nasıl satabiliriz size?
Son buffalo da öldüğünde onları tekrar nasıl satın alabilirsiniz?
Beyaz adam geçici bir iktidardır ve o kendini her şey zannetmektedir. Bir insan annesine sahip olabilir mi?
Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış gördüler, savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiler sonrası kendilerini içkiye ve yemeğe verdiler. Bu yolla vücutlarını uyuşturuyorlar. Bir kaç kış ömrümüzün kaldığı bu topraklarda yakında matemimizi tutacak tek bir kişi bile kalmayacak, ama niye ağlayayım?
İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler, biz gidiyoruz, ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi bugünden biliyoruz. Hepimiz aynı büyük ruhtan geliyoruz. Beyazlar da bir gün bu topraklardan gidecektir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin ve bir gece kendi çöplerinizde boğulacaksınız. Bu kader bizim için şu anda bilinmezdir, fakat biliyoruz ki batışınızda her tarafa parlak bir ışık yayacaksınız.
Bütün buffalolar öldürüldükten, yaban atları ehlileştirildikten, ormanın en gizli köşelerine kadar dünya insan kokusu ile dolduğunda, sevimli tepenin görüntüsü konuşan tellerle (telefon kabloları vs.) kirletildikten sonra, bir bakacaksınız ki gökteki kartallar yok olmuş, hızlı koşan taylara elveda demişsiniz. Bu ne demektir biliyor musunuz ? Bu yaşamın sonu ve sadece daha fazla hayatta kalma mücadelesinin başlangıcıdır…
Biz kardeşlerinden ne kadar farklı olursa olsun her insanın istediği gibi yaşamasını savunuruz. Eğer biz teklifinizi kabul edersek, bu sadece yeni toprakları güvence altına almak için olacaktır ve orada son günlerimizi rahat ve huzurlu geçirebiliriz belki…
Size bu topraklarımızı sattığımız zaman, siz onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz, onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz ve onu bugün bulduğunuz gibi hatırlayınız. Bu toprakları ve üzerindeki canlıları çocuklarınız için koruyunuz.
Çünkü bu dünya kutsaldır. Beyaz adam bile ortak kaderimizden kaçamaz, belki biz hepimiz kardeşiz. Bunu zaman gösterecek.”
kaynak:gezginler

13 Haziran 2016 Pazartesi

Hayırdan Evete


Yalnızca doğru olanı yapma özgürlüğün olsaydı, o zaman özgür olmazdın.
Özgürlük her iki alternatifi de ima eder; yanlışı da doğruyu da yapmayı.
Özgürlük evet demeyi de hayır demeyi de ima eder. Ve bu anlaşılması gereken çok ince bir şeydir; hayır demek, evet demekten daha çok özgürlükmüş gibi hissettirir.
Ve ben felsefe yapmıyorum, bu kendinde gözlemleyebileceğin basit bir gerçektir.
Ne zaman hayır desen daha özgür hissedersin. Ne zaman evet dersen özgür hissetmezsin çünkü evet, boyun eğdiğin anlamına gelir; evet, teslim olduğun anlamına gelir – nerede kaldı özgürlük?
Hayır, senin inatçı olduğun, kendini mesafeli tuttuğun anlamına gelir; hayır, hakkını savunmuş olduğun anlamına gelir; hayır, savaşmaya hazır olduğun anlamına gelir.
Hayır, seni evetten daha net bir biçimde tanımlar.
Evet ise belirsizdir, bulut gibidir. Hayır çok katıdır ve maddidir, bir kaya gibidir. Bu yüzden psikologlar yedi ila on dört yaşları arasındaki her çocuğun giderek daha çok hayır demeyi öğrenmeye başladığını söylüyorlar. Hayır diyerek o, annenin psikolojik rahminden dışarı çıkıyor. Hayır demek için bir sebep yokken dahi hayır diyecektir. İçinden evet demek geldiğinde bile hayır diyecektir. Tehlikede olan çok şey vardır; daha çok ve daha çok hayır demeyi öğrenmek durumundadır.
On dört yaşında cinsel olarak olgunlaştığında annesine nihai hayırı söyleyecektir; bir kadına aşık olacaktır. Bu, anneye söylenen nihai hayırdır; o, annesine sırtını dönüyor. Diyor ki, “Seninle işim bitti, bir kadın buldum. Ben bir birey oldum, kendi ayakları üzerinde durabilen bağımsız biriyim. Hayatımı yaşamak istiyorum, kendi işime bakmak istiyorum.”
Ve şayet ebeveynler, “Saçlarını kestir,” diye ısrarcı olursa, saçlarını uzatacaktır. Ve şayet ebeveynler, “Saçlarını uzat,” diye ısrarcı olursa, saçlarını kestirecektir.
İzle bak … hippiler anne-baba olduklarında görecekler, çocukları kısa saçlı olacak çünkü onlar hayırı öğrenmek zorundalar.
Eğer anne-babalar “Temizlik imandan gelir,” diye ısrar ederlerse, çocuklar her türlü pisliğin içinde yaşamaya başlayacaktır. Pis olacaklar, yıkanmayacaklar; kendilerini temizlemeyecekler, sabun kullanmayacaklar. Ve sabunun cildi için tehlikeli olduğu, doğal olmadığı, hiçbir hayvanın sabun kullanmadığı gibi mantık yürütmeler yapacaklardır.
Ne kadar isterlerse o kadar mantıklı neden bulabilirler ama en derinde tüm bu mantık yürütmeler sadece birer örtüdürler. Gerçek olan ise, hayır demek istemeleridir. Ve elbette hayır demek istediğinde nedenler bulmalısın. O yüzden, hayır sana bir özgürlük hissi verir; sadece bu da değil, sana zeki olma hissi de verir.
Evet demek için zekaya ihtiyaç yoktur. Evet dediğinde, kimse sana neden diye sormaz. Sen zaten evet dediğinde, kim sana neden diye sorma zahmetine katlanır ki? Mantık yürütmeye ya da tartışmaya hiç gerek yoktur, sen zaten evet dedin.
Hayır dediğinde, niçin diye sorulması kaçınılmazdır. Bu senin zekanı keskinleştirir, sana bir tanımlama, bir tarz, özgürlük verir. Hayırın psikolojisini gözle.
İnsanoğlu için uyumlu olmak çok zordur ve bunun nedeni bilinçli olmaktır. Bilinç özgürlük sağlar, özgürlük sana hayır deme gücü verir ve ortada hayır deme hali, evet deme halinden daha çoktur.
Evet olmaksızın ahenk yoktur; evet, uyum demektir. Ancak, büyümek, olgunlaşmak, evet dediğin halde özgür kalabilecek kadar olgunlaşmak, evet dediğin ama yine de özgün kalabildiğin, evet diyebildiğin ama gene de bir köle olmadığın yere varmak zaman alır. Hayır tarafından getirilen özgürlük çok çocukça bir özgürlüktür.
Yedi yaşından on dört yaşına kadar olanlar için iyidir. Ancak, şayet birisi ona takıldıysa ve tüm hayatı bir hayır demeye dönüştüyse, o zaman gelişmesi durmuştur.
Nihai gelişim, bir çocuğun hayır dediği gibi büyük bir coşkuyla evet demektir. Bu ikinci çocukluktur.
Ve görkemli bir özgürlük ve coşkuyla, hiçbir çekingenlik duymadan, hiçbir bağlı ip bulunmadan, hiçbir koşul olmadan evet diyebilen bir insan – saf ve basit bir coşku, saf ve basit bir evet – bu insan bir ermiş haline gelmiştir. Bu insan yeniden ahenk içinde yaşar ve onun ahengi ağaçların, hayvanların ve kuşların ahenginden tamamen farklıdır.
Onlar ahenk içinde yaşıyorlar çünkü hayır diyemezler ve bir ermiş ise hayır demediği için ahenk içinde yaşar.
İkisinin arasında, kuşlarla Budalar arasında büyümemiş, olgunlaşmamış, bir yerlerde takılmış, biraz özgürlük hissetmek için hala hayır demeye çalışan tüm diğer insanlar vardır.
Hayır demeyi öğrenme demiyorum. Hayır demek vakti geldiğinde, hayır demeyi öğren ama ona takılıp kalma diyorum.
Yavaş yavaş evet ile daha yüksek bir özgürlüğün ve daha muhteşem bir ahengin geldiğini gör.
Özgürlük-Kendin Olma Cesareti
OSHO

Gerçek Hazine Nerededir?

Bir tepeden senin olduğun vadiye geldim; aksi halde dinlemez, güneş ışığı ile aydınlanan zirveye inanmazdın. Senin elini tutmalı, seni ikna etmeliyim – ve yolda doğru olmayan hikayeler anlatmalıyım!
Ama bunlar seni meşgul eder ve yürürken sorun çıkarmazsın; hikayeye dalar, yola devam edersin. Ve tepeye ulaştığında, neden sana uzun hikayeler anlatıyor olduğumu anlarsın ve sana o hikayeleri anlattığım için minnettar olursun; aksi halde yokuş yukarı o kadar uzun yol yürüyemezdin.
Bu, hatırlamaya değer bir şeydir: Dünyanın tüm ustaları hikayeler, meseller anlatagelmiştir. Neden? Gerçek, basit bir şekilde söylenebilir; sana o kadar çok hikaye anlatılmasına gerek yoktur. Ama gece uzundur ve senin uyanık kalman gereklidir; hikayeler olmadan uyuya- kalırdın.
Sabaha gelene kadar seni meşgul tutmak kesinlikle gereklidir ve ustaların anlatageldiği hikayeler mümkün olan en ilgi çekici şeylerdir.
Gerçek söylenemez ama sen onu görebileceğin bir noktaya götürülebilirsin. Aklıma bir hikaye geldi:
Bir kral işlerin nasıl gittiğini görmek için her gece şehirde dolaşırmış – elbette kılık değiştirerek. Bir adam onu çok şaşırtırmış; genç, çok yakışıklı bir adam, her gece sokağın kenarındaki ağacın altında dururmuş.
Sonunda merak baskın gelmiş ve kral atını durdurup adama sormuş, “Neden gidip uyumu- yorsun?”
Adam demiş ki, “İnsanlar uyur çünkü koruyacak hiçbir şeyleri yoktur ve benim öyle hazinelerim var ki uyuyamıyorum, onları korumam gerek.”
Kral, “Tuhaf, ben burada hazine göremiyorum” demiş.
Adam, “O hazineler içimde, onları göremezsin” demiş.
Kral her gün durmayı adet haline getirmiş çünkü adam zekiymiş ve söylediği şey kralı saatlerce düşündürürmüş. Kral adama o kadar bağlanmış, o kadar ilgi duymuş ki, adamın gerçekten bir aziz olduğunu düşünmeye başlamış çünkü farkındalık, sevgi, huzur, sessizlik, meditasyon, aydınlanma; koruduğu hazineler bunlarmış – uyuyamıyormuş, uyuma riskini göze alamıyormuş. Bunu yalnızca dilenciler göze alabilir…
Hikaye merakla başlamış ama yavaş yavaş kral adama saygı duymaya, onu manevi bir rehber olarak şereflendirmeye başlamış.
Bir gün ona şöyle demiş, “Benimle saraya gelmezsin biliyorum ama ben gece gündüz seni düşünüyorum. Aklıma defalarca geliyorsun, sarayıma konuk olman çok hoşuma giderdi.”
 Kral adamın kabul etmeyeceğini düşünüyormuş – azizlerin dünyadan vazgeçtikleri gibi eski bir fikre sahipmiş – ama genç adam demiş ki, “Eğer beni o kadar özlüyorsan, neden daha önce söylemedin? Bir at daha getir, seninle gelirim.”
Kral şüphelenmiş, “Bu nasıl bir aziz, ne kadar kolay ikna oldu?”
Ama artık çok geç olmuşmuş çünkü onu davet etmiş. Ona saraydaki, nadir konuklar için, diğer imparatorlar için ayrılmış en iyi odayı vermiş. Ve adamın bunu reddedeceğini, “Ben bir azizim, böyle bir lüks içinde yaşayamam,” diyeceğini düşünüyormuş. Ama adam böyle bir şey dememiş.
“Çok güzel,” demiş.
Kral bütün gece uyuyamamış. “Bu adam beni kandırdı gibi görünüyor; o aziz falan değil,” diye düşünmüş. İki üç kez pencereden dışarı bakmış – aziz uyuyormuş. Ve daha önce hiç uyumamışmış, ağacın altında duruyormuş. Artık korumuyormuş.
Kral, “Aldatıldım. Bu, gerçek bir üçkağıtçı,” diye düşünmüş.
Adam ikinci gün kralla yemek yemiş – hepsi lezzetli yiyeceklermiş, sadelik yokmuş – ve yemeğin tadını çıkarmış.
Kral ona imparatorlara layık giysiler sunmuş ve adam giysilere bayılmış. Kral düşünmüş, “Bu adamdan nasıl kurtulabilirim?” Yedi gün sonra bıkmış, “Bu adam tam bir şarlatan, beni kandırdı,” diye düşünmüş. Yedinci gün bu tuhaf adama, “Bir soru sormak istiyorum,” demiş.
Yabancı demiş ki, “Sorunu biliyorum. Yedi gün önce sormak istedin ama sırf nezaketten, görgü kurallarından dolayı bastırdın – izliyordum. Ama seni burada yanıtlamayacağım. Sorunu sorabilirsin, sonra atlarımıza binip uzun bir geziye çıkarız, ben yanıtlayacak doğru yeri seçeceğim.”
Kral demiş ki, “Tamam. Sorum şu, seninle benim aramızdaki fark ne? Sen bir imparator gibi yaşıyorsun ama bir azizdin. Artık bir aziz değilsin.”
Adam, “Atlar hazır mı?” demiş.
Dışarı çıkmışlar ve kral defalarca sormuş, “Ne kadar uzağa gidiyoruz? Yanıt verebilirsin.” Sonunda imparatorluğunun sınırı olan ırmağa ulaşmışlar. Kral demiş ki, “Artık benim sınırıma geldik. Diğer taraf bir başkasının krallığı. Burası yanıt vermek için iyi bir yer.”
Adam demiş ki, “Evet, ben gidiyorum. Sen iki atı da alabilirsin ya da istiyorsan benimle gelebilirsin.”
Kral, “Nereye gidiyorsun?” demiş.
Adam, “Benim hazinem yanımda. Ben nereye gidersem gideyim hazinem yanımda olacak. Benimle geliyor musun, gelmiyor musun?” demiş.
Kral adama, “Nasıl seninle gelebilirim? Benim krallığım, benim sarayım, tüm yaşamım boyunca sahip olduklarım arkamda” diye yanıt vermiş.
Yabancı gülmüş ve demiş ki, “şimdi farkı görüyor musun? Ben bir ağacın altında çıplak durabilirim ya da bir sarayda imparator gibi yaşayabilirim çünkü benim hazinem içimde. Sarayın ya da ağacın orada olup olmaması fark etmez. Sen geri dönebilirsin; ben diğer krallığa gidiyorum. Artık senin krallığın içinde kalmaya değmez.”
Kral pişman olmuş. Yabancının ayaklarına dokunmuş ve demiş ki, “Beni affet. Senin hakkında yanlış şeyler düşünüyordum. Sen gerçekten de büyük bir azizsin. Ama gitme, beni böyle bırakma; aksi halde bu yara tüm yaşamım boyunca canımı yakacak.”
Yabancı demiş ki, “Benim için güçlük yok; seninle dönebilirim. Ama senin tetikte olmanı istiyorum. Saraya ulaştığımız an soru yine aklına gelecek. Bu yüzden böylesi daha iyi – bırak gideyim.”
“Sana düşünmen için zaman verebilirim. Geri döneceğim. Benim için fark etmez. Ama senin için krallığı terk etmem daha iyi. Böylece en azından benim aziz olduğumu düşünürsün. Sarayda yine şüphe etmeye başlarsın: ‘Bu aldatıcı bir adam.’ Ama ısrar edersen hazırım. Yine, soru üzerinde yük olmaya başladığında yedi gün sonra gidebilirim.”
OSHO / BİLGELİK KİTABI-1